Bu yazı ilk olarak 2013 yılında Kolektif Eylem dergisinde yayınlanmıştır.
“İşsizlere ve muhtaçlara parazit diyenler ne ekonomiden ne parazitlikten anlıyorlar. Başarılı bir parazit, konağı tarafından fark edilmeyen, konağını kendisi için yük olarak görünmeden çalıştırabilendir. İşte, kapitalist toplumda hakim sınıfın yaptığı şey budur.”
Jason Read
İşçilerin 8-10 ya da 12 saat çalıştıktan sonra üretimle bağlarını kopardıkları kendilerini yarınki iş gününe hazırladıkları, işle duygusal bağ kurmanın bir zorunluluk olmadığı hatta işin düzgün yapılabilmesi için ayak bağı olarak görüldüğü zamanlardan bugüne değişen şey nedir? İş bulabilmek için şirketlerin hedeflerini kendi hedefleri haline getirmesi gereken, üretimde karlılığı arttırabilmek için değişen koşullara uyum sağlaması beklenen, işi rüyalarına sokmak zorunda olan, telefonunu ve mailini her daim açık tutmak zorunda bırakılan, iş zamanı duyguları “ayarlanan” emek gücünün bugünkü şeklinin kapitalizmin tarihinde bile çok yeni olduğunu söyleyebiliriz. Yeni bir emek gücü ve dolayısıyla yeni bir öznellik biçimi olarak haritayı kaplayan bu yeni güvencesiz, esnek ve bilişsel emek gücünün borçlanma etiğiyle karşılaştığı nokta bugün çok can alıcı bir yerde duruyor.
Böyle bir dönüşümün içindeyken, ve işe girebilmek, işte varlığımızı sürdürebilmek için bunları yapmak zorundayken, yeni siyasal öznelliklerden bahsedebilir miyiz? Bu siyasal öznellikleri fabrikalarda, siyasi partilerde ya da sendikalarda bulamıyorsak eğer bakmamız gereken yerler belki de plazalar, AVM’ler, ofisler, kampüsler, mülteci kampları, karakollar olmalı. Anlamaya çalışacağımız yeni öznellik rejimleri ise medyanın, güvenlik rejiminin, temsili demokrasi aygıtlarının ve borçlandırma kurumlarının yarattığı öznellikler olacak. Bu nedenle, Negri ve Hardt’ın Duyuru’da bahsettiği dört öznellikten sonuncusuna, yani ‘borçluya’ odaklanacağız.
İlk önce bu öznellik rejiminde yeni olan nedir sorusuna odaklanacağız. Marx her zaman eşit bir ilişkiymiş gibi görmeye teşne olduğumuz mübadele ilişkisinin (bu ilişki malların dolaşımında olduğu kadar üretimindeki de temel ilişkidir kapitalist üretim biçiminde) aslında temel bir sınıfsal eşitsizliği gizlediğini söylüyordu. Diğer bir ifadeyle, hem kapitalist üretimdeki artı değere el koyma sürecinin, hem de tarihsel olarak bunu mümkün kılan ilksel birikim sürecinin eşitsiz, asimetriye dayalı ve ancak bu tür eşitsizliklerin yeniden üretilmesi yoluyla varlığını sürdürebilen ilişkiler olduğunu söylüyordu. Bunlardan ilki, işçi ve patron arasındaki eşitsiz de olsa bir tür sözleşme ilişkisiyken (‘ücretli işçiler, açlıktan ölmeyi göze aldıkları sürece çalışıp çalışmamakta özgürdürler’), ikincisi ise kapitalizmin dışında cereyan eden bir şiddet, zor, kapatma ve el koyma ilişkisiydi. Marx’tan sonra gelen birçok yazar bu zor ilişkisinin kapitalizmi kuran, mümkün kılan ve birçok tarihsel krizden çıkmasına olanak sağlayan bir süreç olduğunu iddia ettiler. Bu aynı zamanda bir tür eşitlik çerçevesine sıkıştırılmış ve ahlaki renklere boyanmış mübadele ilişkisinin dışında kalan rantın, el koymanın ve spekülasyonun kapitalist sınıf ilişkileriyle olan bağlantısına odaklanabilmeye de olanak sağladı.
Öte yandan Lazzarato’yu yukarda bahsedilen bu çerçeveden öteye taşıyan ve bu tartışmada ayrıksı bir konuma sokan şey, asli olanın mübadele değil borçlanma ilişkisi olduğuna yönelik tezidir. Bu anlamda artık kurucu bir dış ilişkiden (mübadelenin dışında kalan ancak onu tamamlayan bir ilişki) çok kapitalizme içkin bir borçlanma ilişkisinden bahseder hale geliyoruz. Borçlanma ilişkisinin mübadeleyi önceleyip öncelemediği ya da öncelemenin kapitalizmin sadece son 30-40 yıllık dönüşümüne özgü olup olmadığı gibi geniş soruları şimdilik erteleyip, bu dönüşüme borçlanma üzerinden bakmanın neleri görmemizin yolunu açacağına bakmakta fayda var.
David Harvey’in ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’ teziyle örneklenebilecek şekilde, finansal kapitalizme dair kabul görmüş açıklamalardan biri yeni sınıf ilişkisinin genellikle spekülasyon üzerine kurulduğu ve spekülasyonun üretici olmayan karakterinin finansın karakterini belirlediği iddia ediyor. Lazzarato ise aksine finansın, spekülasyona indirgenemeyeceğini, kontrol altına alınması gereken bir aşırılık olmadığını, bizatihi üretici bir güç olduğunu, ürettiği şeyin de ‘borçlu-alacaklı ilişkisi’ olduğunu söylüyor. “Onu ödemesi gereken borçluların gözünde borç, finanstır. Borçtan kar elde etmeyi garantileyen alacaklıların, hisse senedi sahiplerinin gözünde ise faiz, finanstır.” Peki bu anlamda bir ilişki üretmek ne anlama gelir (Read, 2003)? Finans borçlandırılmış özneleri, borçlanma ahlakı vasıtasıyla kurar ve böylelikle de eşitsizlik ve asimetriyi yeni kılıflarla yeniden üretmiş olur.
Lazzarato’nun ana tezlerinden biri bugün kendi üzerinde çalışmanın (work on the self) üretici emekten ve borç kavramından ayrı düşünülemeyeceğidir. Bugün her şey -entelektüel bilgi, arkadaşlarla geçirilen zaman, okunan bir kitap ve hatta günlük bir konuşma dahi- bir tür değer yaratma kapasitesi üzerinden -dile yapışmış ve bilindik haliyle vizyon- değerlendirilmeye çağrılıyor. İşçiler sadece meta üzerinde çalışıp onu üretmek zorunda değil, kendileri üzerinde çalışıp kendilerini üretmek zorundadırlar. Kendini daha kalifiye kılmak ve hayatını bir tür orta sınıf hayaliyle yanyana koymak isteyen özneler borçlanarak bunu gerçekleştirmeye teşvik edilirler. Üniversite eğitimini sürdürebilmek için alınan KYK kredileri, yüksek lisans yapmak için alınan banka kredileri ve sonrasında daha kalifiye emek gücü olmak adına biriktirilen sertifikaları almaya olanak veren başka türlü krediler izler. Bu farklı borçluluk ilişkilerinin her biri, emeği sermayenin bugünkü temel talebine göre yeniden yapılandıran, yani bütün hayatı işe çevirmeyi hedefleyen düzenlemeler olarak karşımıza dikiliyorlar. Hayatı bütünüyle işe çevrilmiş, toplumsal fabrika tarafından kuşatılmış yeni emek gücü sermayenin bu akışına dahil olabilmek için ilk adım olarak borçlanmak zorunda. Peki olanca kolaylığı ve imkân sunan tonuyla etrafımızı kuşatan bu borçlanma fikrinin yeni öznelliklerin, bir tür gelecek kurulumunun izlerini taşımaktan azade olduğu iddia edilebilir mi?
Lazzarato’nun tartışmasının en önemli noktalarından biri de bu güncel borçlanma durumunun ortaya çıkardığı ekonomik işleyişin ve ahlaksal öznelliklerin kurulumunun birbirinden ayrılamaz olmaları durumuna dikkat çekiyor olması. Lazzarato bu tartışmanın başında Nietszche’nin Ahlakın Soykütüğü’ nde tartıştığı borcun bir tür eyleme şeklini de yanında getirdiği argümanını yeniden gündeme getiriyor. Borçlanmak her şeyden önce borçlanan özne açısından bir garanti vermek, taahhüt etmek anlamına gelir. Peki bu taahhüt aslında ne anlama gelir? Her şeyden önce bir kısıtlama: Borçlandırılan özne alacaklının onun için belirlediği sınırların dışına çıkamaz. Tartışmayı teorik düzlemden kurtarıp günümüz açısından tahayyül etmeye kalkıştığımızda işler kolaylaşacak; borçlu insan her şeyden önce bir tür üretim ve tüketim dolaşımının içinde kalacağını taahhüt etmiş bir öznedir. Bu anlamada hayatı iyileştirmek veya sürdürmek için alınmış borç öznenin ekonomik ve ideolojik alanla en büyük ve en silinemez ilişkisini garanti altına alıyor aslında. Bu borcu ödemeyi taahhüt ettiğin anda emek gücü olarak piyasa da var olmayı sürdüreceğini de taahhüt etmiş olursun.
Lazzarato’nun bir diğer can alıcı argümanı da bu borçlanma ilişkisinin başka bir zamansallığı gerektiriyor olması. Sermaye artık bugünün koşullarını belirlemeye çalışmakla kalmıyor, geleceği de boyunduruğu altına alıyor. Bu da basitçe parayı elinde bulunduranın esasen borçlanma rejimlerine ve biçimlerine, paranın dolaşım biçimlerine karar veren olması anlamına geliyor. Bu anlamda bu ilişkideki alacaklı aslında yatırımın yönüne karar verendir. Dolayısıyla seçenekleri ve olasılıkları, sınırları ve yönelimleri belirleyen de odur. Yani borçlanmayla açılan arzuların takip edebileceği mevcut rotaları ortaya koyan da alacaklının kendisidir. Burada karşılaştığımız iki yönlü işleyiş; hem öznenin borçlanarak sermaye için kendini değerli hale getirme çabasını, hem de sermayenin borçlandırılanın tüketiminin koşullarına yön vermesini içerir. Bu iki yönlü işleyiş günümüz kapitalizminin kendini sürdürülebilir olarak ortaya koymasının en önemli aracı olarak kabul edilebilir.
Etrafımızda olup bitene bir kere daha göz attığımızda, örneğin öğrenci kredileri ve devamında hayat kurmak için alınan ihtiyaç kredilerine baktığımızda, ayaklarımız daha da yere basacak. Dahiliyet için gereken bilete artık yalnızca borçlanarak sahip olunabilir. Öğrenciliği sürdürebilmek için ilk koşul devlete borçlanmaktır. Devletten temin edilen KYK kredileri bunun ilk ayağıdır. Burstan yani karşılıksız ödenektense kredi etiğinin hâkim olduğu bir andayız. Eğer borçluluğu bir ilişki olarak ele almaya devam edeceksek bu ilişkinin ilk gerçeklik kazandığı an budur: Bu maddi borçlanma bu kendi ‘yasal borçlandırılmış öznesini’ ilk olarak bu anda kurar. Bir taraftan da borçlu öğrenci salt maddi borcun yasal yükümlülüğü altında değildir, aynı zamanda garanti edilmiş iş gücü olarak kayıt edilir.
Bir diğer örnekse 2000’lerin sonundan itibaren her yerde karşımıza çıkan (ve hem adı hem prosedürleriyle Türkiye’ye özgü bir borçlanma biçimi getiren) ‘ihtiyaç kredileri’ üzerinden düşünülebilir. İhtiyaç nedir ve sınırları nasıl belirlenir? Daha da önemlisi ihtiyacı belli bir borçluluk ilişkisi yoluyla gidermeyi önermek ne anlama gelir? Bu her şeyden önce yeni bir ‘olanaklar evreni’ sunmak anlamına geliyor. ‘Hayatı daha yaşanılabilir kılmanın’ ve ‘kendi olanaklarımızı yaratmanın’ en kolay yolu kredi almak. Öte yandan bu yeni olanaklar evreni bir dizi kurumsal müdahale ile başka bir ‘kolaylık evreni’ ile kesişiyor. Her gün telefonlarımızın ekranına düşen mesajlar bize bunu hatırlatıp duruyor: ‘Sadece kimlik numaranızı mesaj atın!’. Devletin bu noktadaki aktif rolünü hatırlamak bu kredilerin hayatımızda ki tekabüliyetlerini daha doğru kavramak açısından oldukça önemli. Devlet eliyle aktif ve işlevsel hale son 10 yılda getirilmiş olan MERNIS (Merkezi Nüfus İdare Sistemi) sayesinde, ‘kurumlar’ ve ‘bankalar’ kimlik numarası altında biriktirilen kimlik bilgilerine sadece 10 kuruşa ulaşabiliyor. Dolayısıyla bu kolaylık düsturu durmadan kişisel bilgilerimizi biriktiren ve bunlar üzerinden çeşitli hesaplamalar yapan bu sistem sayesinde mümkün hale geliyor.
Günümüz Türkiye’sinde borçlandırılma ilişkisini en iyi görebileceğimiz yerlerden bir diğeri de sosyal güvenlik sistemi ve onun yaşadığı dönüşüm. Devletlerin sosyal güvenlik sistemine ayırdıkları bütçeleri tasarruf politikaları kapsamında kısmaya başlamaları, sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerinin özelleştirilmesiyle el ele giden bir süreç olarak görünüyor. Özelleştirmeyi takip eden ise zorunlu olarak bir borçlandırılma rejimi. Bu iki süreci son dönemde çıkan iki yasa özelinde inceleyebiliriz. İlk yasaya göre devlet, bireysel emeklilik sistemine katılan vatandaşlarının primlerinin yüzde yirmi beşini ödemeyi garanti ediyor. Bu yasada sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilmesine yönelik bir teşvikin yanında, özel sigorta şirketlerine aktarılan bir kamu bütçesini de görmek mümkün. Emeklilik sistemindeki özel sermayenin palazlanabilmesi ve devletin elini bu alandan çektirebilmesi ancak ve ancak kapitalist mübadele ilişkileri dışındaki bir rant ve el koyma ilişkisiyle mümkün olabiliyor. İkinci yasaya göre ise 25 yaşını geçmiş hiçbir öğrencinin artık ailesinin sigortasından yararlanamayacak ve eğer sigortasını ödeyen bir işte çalışmıyorsa devlete her ay borçlanacak. Hakkımız elimizden alınmakla kalmıyor borçlandırılıyoruz da.
Son olarak Lazzarato’ya göre bu borçluluk ilişkisi ele alındığında Foucault’nun “toplumsal”ın rolüne dair iddiası geçerliliğini yitirmiş oluyor. Foucault’ya göre kendi çıkarının peşinden koşan ekonomik öznelerle, kendi haklarını egemene devretmiş yasal özneler arasındaki bağı sağlayabilecek olan toplumsal özneydi. Bu toplumsal özne, aynı zamanda siyasal haklar ve ekonomik çıkarlarını birbirine bağlama işlevi gören toplumsal hakların da taşıyıcısıydı. Lazzarato ise 1990’lardan itibaren bu köprünün yıkıldığını ve yerine borçlu öznenin konduğunu iddia ediyor. Refah devleti anlayışından kalan hakları yeniden düzenleyen ikinci yasayı ele aldığımızda Lazzarato’nun bu iddiası haklı hale geliyor: Toplumsal hakların sahibi öznenin yerini borçlandırılmış özneye bıraktığını açıkça görebiliyoruz. Kapitalizmin önceki aşamasında gördüğümüz hak sahibi olmayanların hak sahibi olmaya çalışmaları üzerinden kurulmuş bir siyasallık, günümüzdeki borçlanma ilişkisini anlamaya yetmiyor. Hak sahibi olanlar ve olmayanlar arasındaki ikilik, zor ve gasp yoluyla ‘haklandırılmış’ öznelerle dolduruluyor. Mesela 25 yaşını geçmişsek ve ailemizle yaşamıyorsak bile ailemizin geliri üzerinden devlete borçlanıyoruz; hem okuyup hem sigortasız bir işte çalışıyorsak patronumuzun ödemediği sosyal güvenlik primimizi kendi cebimizden ödemek zorunda bırakılıyoruz.
Peki, borçlandırılanlar neleri yapmaya muktedirdir? Bunu herhalde ancak eyleyen öznelerin eylemlerinden sonra görebiliyoruz. En azından Wall Street’te, Yunanistan’da ya da İspanya’da ayaklananların borçlandırılmış özneler olduğunu biliyoruz. Yazının başında bahsettiğimiz mübadele ve ona dışsal olan zor, rant ve gasp etme ilişkisi arasındaki sarkaç ikincisine doğru kaydıkça sömürünün niteliği hayatlarımızı boyunduruğu altına alır hale geliyor. Bu işin umutsuzluğu dayatan kısmı. İkincisi ise gaspın ve zorun, sahte bir eşitliğe dayanan kapitalist mübadele ilişkisinin kendisinin altını oyacağına dair inancımız. Tahrir’den başlayan bütün bir devrim ve kalkışma iklimi bize bunu gösteriyor. Unutmayalım ki kalkışanlar ve devrimi mümkün kılanlar, kendilerine dayatılmış borçlanma ahlakını reddedenler, parazitlerin kendileri değil patronlar, diktatörler, medya kartelleri olduğunu haykıranlardı.