Güvende olan, güvende değil,
Böyle, olduğu gibi kalmayacak,
Egemenler konuştuktan sonra
Ezilenler konuşacak.
Bertolt Brecht
Jenerik
Irmtraud Morgner “Amanda” adlı cadı romanında, devrimci reelpolitika üzerine olan sorunumuz hakkında yazıyor. Yazar, hareketli kadın milletini iki gruba ayırıyor; gündüz reformpolitikası yapan, yani küçük adımlarla kitlelerin koşullarını iyileştirmeye çalışan bir gruba ve grevleri örgütleyen, anarşist saldırı eylemleri yapan, devrimci yazılar dağıtan başka bir gruba… İki grup da geceleyin cadılar olarak Blocksberg’de buluşuyor ve birbirlerine yaptıklarından anlatıyorlar. Böylelikle her grup durmaksızın güç dengelerini ve bunlarla yol açılan değişimleri, kendi politikalarını buna ayarlamak için gözden geçiriyorlar.
Rosa Luxemburg, her ne kadar “devrimci reelpolitika” kavramı [yazılarında] sadece bir kez yer alsa da, bütün yazılarında bu sorunsal üzerine çalışmıştı. Tebliğimde bu düşüncenin, sadece gündelik politik çalışmasını, gazete makalelerini ve ajistasyonunu belirlediğini değil, bu temelde nasıl düşündüğünü, [O’nun açısından] parti nedir, devlet, parlamentarizm, devrim, diktatörlük ve demokrasi, kapitalizm ve sosyalizm [nediri] göstermeye çalışacağım.
Devrimci reelpolitika: kavramı tanımlama
Önce Karl Marx’la ilgili yazdığı[1] ve aynı zamanda politikasının temelini oluşturan kavramın yer aldığı makaleden, sürekli gözden geçirilmesi ve referans alınması için ve tek tek noktalarda açıklanan bir alıntıyı okuyalım:
“Öncelikle ama, mücadeledeki tek tek araç ve yolların seçiminde, plansız deneyleri ve güç tüketen ütopik aldatmaları engellemek için bize ölçü veren nedir? Günümüz toplumundaki ekonomik ve politik sürecin bir kere tanınmış olan yönü, sadece büyük çizgileriyle seferberlik planımızı değil, aynı zamanda politik uğraşımızın her detayını ölçebileceğimiz olandır.”
Luxemburg burada önce ütopistlerin tarihsel deneyimine atıfta bulunmakta ve [bu deneyimi] Engels ve Marx tarafından eleştirisel olarak ayakları üzerine yerleştirilmiş ve yerine bilim konulmuş olarak görmektedir, ki biz bunu daha iyice kaçmakta olan arzuların gerçek insanî pratiğe yeniden bağlanması olarak tanımlayabiliriz ve söz konusu olanın, yeni toplumun unsurlarının eski toplumda bulunacağına dair Marx’ın formülasyonu ile genişletebiliriz.
“İşçi sınıfı ilk kez bu yönlendirici çizgi sayesinde, sosyalist nihaî hedefin büyük düşüncesini, gündelik politikanın geçerli akçesine çevirmeyi ve gündelik yaşamın politik angarya işlerini büyük düşüncenin uygulayıcı aracı haline getirmeyi başarmıştır.”
Kısa kelimelerle yakın ve orta hedefin diyalektiğini anlatmakta, gündelik pratik için [bu pratiğin] “ekonomi politiğin eleştirisine” yönelmesini pusula olarak vermektedir.
“Marx’tan önce de işçilerin önderliğinde burjuva politikası vardı ve devrimci sosyalizm de vardı. [Ancak] sadece Marx’dan bu yana ve Marx sayesinde, aynı zamanda ve kelimelerin tam anlamıyla devrimci reelpolitika olan sosyalist işçi politikası vardır.”
İlk alıntı muhtemelen Lassalle’a ve sosyalreformist deneylerine atıfta bulunurken ve ikincisi yeniden Marx öncesi ütopistlere [değinirken], son cümlede kelimeleri toparlıyor ve onlara, Marx’ın şahsında, düşüncesinde ve yarattıklarında, tanımlananın reelpolitika olduğunu ve aynı zamanda, kelimenin “tam anlamı ile” devrimci olması gerektiğinden şüphe bırakmayan o dikkate değer pekiştirmeyi veriyor.
Aşağıda, birbirlerinden koparıldığında anlamlarını değiştirmeleri gereken bu iki noktayı açıklıyor:
“Eğer reelpolitikayı, kendisine sadece ulaşılabilecek hedefler koyan ve o hedefleri en etkin araçlarla en kısa yoldan takip etmesini bilen bir politika olarak alırsak, o zaman Marx’ın düşüncesindeki proleter sınıf politikası ile burjuva politikası arasındaki fark, sosyalist politika tarihsel gelişme tandası açısından [reel iken], burjuva politikasının gündelik maddî başarılar açısından reel olmasıdır.”
[Luxemburg] özünde, açık hedefli – ulaşılabilir olmalıdırlar – ve yolu, zamanı ve aracı belirli tüm burjuva politika[larını] reelpolitika olarak tanımlıyor. Bu, gündelik başarılar açısından “reel” sorusunu, daha doğrusu “realist” olarak tanımlayacağımızı [Alm.: Bestimmung] öne çıkartıyor; “Marx’ın düşüncesindeki proleter sınıf politikası” olarak tanımladığı “sosyalist politika” ise başka bir açıdan gerçekleşmekte. Buna göre devrimci reelpolitika, “tarihsel gelişme tandası”ndan görünebilir ve bilimsel olarak gerekçelendirilebilir olan sosyalist perspektif açısından geliştirilmelidir. Bu konuda tam olarak Marx’ı takip ediyor.
“Aradaki fark aynı, değeri piyasa açısından eşyasal görüngü olarak algılayan vulger ekonomik değer teorisi ile [değeri] belirli bir tarihsel çağın toplumsal ilişkisi olarak algılayan Marx’çı teori arasındaki farktır.”
Son cümlede ise, önce teoretik yönlendirici çizgi olan perspektifin kendisi pratiğe dönüşüyor. Devrimci reelpolitika sadece kapitalizmin sınırlarının ötesine geçmiyor. Aynı zamanda da reel olduğundan, sonunda reel olan geçici, bir “ön aşama” olarak tanımlanabiliyor. Buna göre sosyalistlerin politikası, kapitalizmde pratik olduğu müddetce kendiliğinden sosyalist değildir. Her kısmi uğraş sistem içerisinde olabilir ve olmalıdır da. Ancak kısımlar [parçalar] bütünlüklerinde başka bir toplum örneğine uymaktadırlar.
“Proleter reelpolitika, tüm kısmi uğraşlarının bütünselliğinde, içerisinde çalıştığı verili düzenin çerçevesinin ötesine gittiğinden, kendisini bilinçli olarak egemen olan ve değiştiren proletaryanın politikası haline getirecek eylemin sadece ön aşaması olarak gördüğünden, aynı zamanda devrimcidir de.”[2]
Günümüzde zorluklarla ifade edebildiğimiz devrimci kelimesinden bağımsız olarak, söylenenlerin hepsi son derece güncel. Boyutlarına daha sonra değineceğim.
Kavramın mantığı
Devrimci reelpolitika paradoks bir kavramdır. [Kavram] Morgner’de ayrı ayrı görünen karşıtolumları “cadıca” biraraya getiriyor ve böylelikle bizi, sorunsalı, böylesi yanyana varolmaların [Alm. Koexistenzen] olanaklı olduğu daha yüksek bir seviyeye itmeye zorluyor. Bu, sıradan düşünmekten farklı düşündüğümüzde, gündelik metafiziksel aklımızla karşıtolumlara takılı kalmadan, diyalektik olarak birinin diğerine değişimini ve her ikisinin de yeniden başka bir şeye değişimini olanaklı gördüğümüzde başarılabilir. Bu da aynı zamanda karşıtolum olarak kendini ifade edeni söz konusu olan sorunsala çevirmek ve bunu harekete geçirmek zorunda olduğumuz anlamına gelmektedir.
“Sosyalreform ve devrim”de, ütopistler ve anarşistlerden sonra salt reformcular – Bernstein çizgisi – [Rosa Luxemburg tarafından] geniş bir eleştiriyle reddedilmektedir. Ancak bu yapılırken reform politikasına karşı mücadele edilmemekte, sadece alçak gönüllü hedefleri nedeniyle alt dereceye geri itilmektedir. Hedef, ekonomi politiğin eleştirisinden gelen bir perspektife yönelmelidir. Bu sadece çizginin kaba hatlarını belirlememekte ve içi boş laf değildir, aksine tek tek her adımı belirlemeli, yani gündelik politikaya çevrilmesi gereken “geçerli akçe”dir. Reformcu planlar aynı bir mıknatıs üzerindeki metal tozları gibi, bu perspektife yönelmelidirler. Bu, reformun kavramını ve içeriğini de değiştirmektedir, hem de sadece tek tek hangi kazanımların elde edilebileceği açısından değil, aksine hangi [nehir] yatağına konulduğu ve nedenlere yönelik soruya çevrilebileceği ve buna uygun aydınlatıcı olarak anlaşılabileceği açısından.
Kautsky’nin koruyucu gümrükler politikası ile ilgili olarak söylediklerine karşı aldığı polemik tavır, biraz karmaşık olsa da, iyi bir örnektir: [Rosa Luxemburg, Kautsky’nin] “koruyucu gümrüklere, kapitalist gelişme tarafından geride bırakıldıkları için karşı çıkmak zorundayız” [diye düşünmediğini], “aksine, koruyucu gümrüklere, sanayi için artık gereksiz hale geldiğinden karşı çıkabileceğimizi” [düşündüğünü yazıyor].
Gerçi sonuç açısından bir fark yok, ancak bu örnek Kautsky’nin, ekonomik gelişme açısından gerekçelendirip, [kapitalist üretim tarzını] aşmak için kapitalist üretim tarzının hareket noktasından düşünmek yerine, sanayinin bakış açısından düşündüğünü göstermeye yaramaktadır. [Luxemburg’a göre] aynı Marx’ın ifade ettiği gibi, koşulları büyük anlamda değiştirmek için geçici yanları gösterilmelidir.
O, tarihsel süreci, insanların müdahale ettiği, yani pratik hareketin bir sonucu olan bir nevî tandans olarak algılamakta. Yalnız, içerisinde reelpolitikanın yapılacağı devrimci perspektifin tam olarak ne olduğu henüz açıktır. Arayış bizi, Luxemburg için tipik olan, ancak burada çok kısaca örneklendirilen bir çok temel söylem ve hareket tarzına götürüyor. [Luxemburg] kapitalist üretim tarzını, aynı Marx gibi, çelişkili olarak görüyor. Kapitalizm sonuçta kendi kendisinin temelini oyuyor. [Luxemburg] bunu açıklamak için köstebek metaforunu kullanıyor. Tarihin diyalektiğini, toplumun içerisinde durdurak bilmeyen bir karıştırma, katı yüzeyi delen bir hareket olarak algılıyor. Kapitalizm böylece, donmuş Rusya’yı harekete geçiren bir köstebek olarak ortaya çıkabiliyor:
“(…) şimdi genç köstebek – kapitalizm temelinin altını oyuyor ve mutlakiyetin alaşağı edilmesi için içinden dışarıya garanti veriyor.”[3]
Burada kapitalizmin köstebekvari çalışması, sınıf bilinçli proletaryanın oluşma sürecini teşvik ediyor. Yani Luxemburg’a göre kapitalizm, Kautsky ve Bernstein’ın varsaydıkları gibi basitçe kaldırılamaz ve seçim sonucunda yerine sosyalist politika geçirilemez. [Kautsky ve Bernstein’ın], Luxemburg’a, sosyal reformlara, kapitalizme yaradıklarını düşündüğü için karşı çıkması gerekir biçimdeki düşüncelerini ironik bir biçimde saf bakkal inancı olarak karakterize ediyor:
“Ancak bu, eğer sosyaldemokrasi küçükburjuva tarzda tembelce tarihin, bütün iyi taraflarını seçme ve kötü taraflarını atma işinden hoşlanırsa. Ama o zaman da doğru mantıkla kapitalizmi bütünüyle ›engellemeye çabalamalıdır‹, çünkü sosyalizme giden yolda tartışmasız bütün engelleri çıkaran asıl kötü adam o değil midir?”[4]
[Luxemburg] buna karşın kapitalizmin, alternatifleri için koşulları yaratan bir üretim tarzı olarak algılanmasını savunuyor. Bu savunusunu, tarih üzerine olan tasavvurunun belirgin biçimde öne çıktığı ünlü “Sosyalizm veya barbarlık” söylemine kadar sürdürüyor. Kapitalizm olmadan sosyalizm olmaz, ancak bu da [sosyalizmi] ortaya çıkaran ve onu iten kapitalizmin basitçe bir sonucu değildir, [bu hedefe] felaket, savaş, yani barbarlık bedeline ulaşılamayabilir de.
Devrimci reelpolitika için, içerisinde kendini geliştirdiği reel çelişkiler gereklidir. Kapitalist toplumun çelişkileri politikanın içerisinde de devam etmektedirler. [Sosyaldemokrasinin de] kendisinin çelişkili politika yapabileceği bir yöntem bulunmalıdır [der]. Bernstein’a karşı [şunları yazar]:
“Kapitalist düzenin özelliği, içerisindeki tüm gelecek toplum unsurlarının gelişmelerinde sosyalizme yakınlaşan değil, aksine ondan uzaklaşan bir biçim almalarıdır.”[5]
Bu, gerek üretimde, gerekse de savunma alanında ve politik yaşamda da geçerlidir der. Bu aynı zamanda, – sosyalist içerikleri yabancılaştırarak ilerleten ve bu şekilde kapitalizmi güçlendirerek “politik iktidarın ele geçirilmesini” zorlaştırmaları nedeniyle, mücadeleye değer kazanımların kendilerinin çelişkili olduğu anlamına gelir.İşte bu çelişkiler içerisinde başarılması gereken, devrimci reelpolitikayı “çelişkilerle oynama” olarak öğrenmektir.
“Kapitalist toplumun üretim ilişkileri, sosyalist [toplumun üretim ilişkilerine] giderek yaklaşmaktadırlar, buna karşın politik ve hukuksal ilişkileri ise, kapitalist ve sosyalist toplum arasında hep daha yüksek olan bir duvar oluşturmaktadırlar. Bu duvar, demokrasi gibi sosyal reformların geliştirilmesiyle delinmemekte, aksine daha güçlü ve daha yüksek hâle gelmektedir. Böylece duvarı yıkabilecek tek şey, devrimin çekiç vuruşudur, yani, politik iktidarın proletarya tarafından feth edilmesidir.”[6]
Demek ki devrimci perspektif, bütün üretim tarzını değiştirmek için politik iktidarın feth edilmesidir. Bunun için demokrasi zorunlu bir önkoşuldur, ama burjuva [demokrasisinin] kendisi hedef değildir.
“Politik iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesinin zorunluluğu, Marx ve Engels için de her zaman şüphesizdi. Ve toplumu kapitalist [biçimden], sosyalist biçime götürecek olan dünya tarihinin en şiddetli değişimini infaz etmek için atanmış olan kurumun, burjuva parlamentarizminin tavuk kümesi olduğunu düşünmek, [sadece] Bernstein’a kalmaktadır.”[7]
Devrimci reelpolitikayı tasavvur etmek için gerekli olan düşünce biçimi, aynı zamanda düşünceye yapılan metodik bir öneridir ve hâlen son derece günceldir. Söz konusu olan, var olan çelişkileri olduğu gibi bırakmak veya basitce bir tarafı tutmak, iyi ve kötü [kategorisinde] düşünmek değil, aksine çevirerek birleştirmek, [çelişkileri] kaldırıcı bir yol bulmak için öbürü içerisinde olanı ileriye itmektir.
Luxemburg, bunu sadece reform ve devrim ilişkisinde değil, diktatörlük ve demokrasi karşıtolumunda da göstermekte. Burada kavramlar, başka bir konteksin nehir yatağına konduklarında, anlamlarını değiştiriyor, yeni kontekste başka nitelikler ortaya çıkarıyor, kendilerini, tarihsel süreçte oluşan kavramlar olarak gösteriyorlar.
Rus Devrimi’nden sonra sosyalizmin kuruluşuna yönelik eleştirisinden böyle [satır arasında], sorunun demokrasiyi ve böylece düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü, parlamentarizm gibi burjuva kazanımlarını ortadan kaldırıp, yerine diktatörlüğü koymak olmadığını [söylediği] okunabilir. [O’na] göre bu, daha çok jakoben, yani burjuva diktatörlüğüdür. Sosyalist diktatörlük ise, daha çok “diktatörlük olarak demokratik” olmalıydı.
“Leninci-Troçkici teorinin temel hatası, onların da diktatörlüğü Kautsky gibi demokrasinin karşısına koymalarıdır. Gerek Bolşeviklerde, gerekse de Kautsky’de soru ‘diktatörlük veya demokrasi’ olarak konmakta. O [Kautsky] tabii ki kararını demokrasiden yana, hemde sosyalist değişimin alternatifi olarak gördüğü burjuva demokrasisinden yana veriyor. Lenin [ve] Troçki ise tersinden, demokrasinin karşıtolumu olarak diktatörlükten ve böylece bir avuç insanın diktatörlüğünden, yani burjuva diktatörlüğünden yana karar veriyorlar. Her ikisi de gerçek sosyalist politikadan eşit uzaklıkta duran iki karşıt kutuptur.”[8]
Luxemburg için sosyalist demokrasi, kitlelerin politik biçimlendirmeye katılması, öğrenmek, denemek, fantaziyi geliştirmek anlamını taşıyor. O’na göre burjuva demokrasisinin kitlelere, aptal [kitleler] veya salt seçimlerde oy kullananlar olarak gereksinimi var. Sosyalist demokrasi ise kitlelerle birlikte alternatif toplumu henüz icad etmek zorunda. Onun için herhangi bir deneyim mevcut değil.
Sosyalist demokrasi “her adımında kitlenin aktif katılımından çıkmalı, [kitlenin] doğrudan etkisinde olmalı, bütün kamuoyunun kontrolü altında kalmalı, halk kitlelerinin artan politik öğreniminden çıkmalıdır.”[9]
“Sadece deneyim, düzeltme ve yeni yollar açma becerisine sahiptir. Sadece engelsiz, köpüren yaşam binlerce yeni biçimi, emprovizasyonları çıkartır, yaratıcı gücü korur, tüm hataları düzeltir. (…) Aksi takdirde sosyalizm, bir düzine entellektüelin yeşil çuhalı masadan verdikleri kararname ile gerçekleşir.”[10]
Dikatörce, kategorik emir olarak kalan [şudur]: herkes, toplumu biçimlendirmeyi öğrenmelidir. Luxemburg’un düşüncelerinden pek çoğunu eserlerine katan Bertolt Brecht, bu düşünceyi de yazdığı ve Hanns Eisler tarafından bestelenen şarkısı “Öğrenmenin övgüsü”nde şu cümlelere çeviriyor:
En basitini öğren! Zamanı
gelenler için hiç bir zaman
geç değildir!
Abc’yi öğren, yeterli değil, ama
öğren! Tembelliğe kapılma,
başla! Her şeyi bilmelisin!
Öncülüğü üstlenmek zorundasın.
Barınaktaki adam, öğren!
Hapisteki adam, öğren!
Mutfaktaki kadın, öğren!
Altmış yaşındaki, öğren!
Sen öncülüğü üstlenmek zorundasın.
Evsiz-barksız olan, okula git!
Soğuktan titreyen, bilgiye sahip ol!
Aç olan, kitaba sarıl: o bir silahtır.
Sen öncülüğü üstlenmek zorundasın.
Soru sormaktan çekinme yoldaş!
Kendini kandırtma,
kendin bak!
Kendin bilmediğini,
bilmiyorsundur.
Faturayı kontrol et.
Onu sen ödeyeceksin.
Parmağını her kaleme koy.
Sor: Bu, buraya nereden geldi?
Sen öncülüğü üstlenmek zorundasın.
Devrimci reelpolitika nasıl ve kim tarafından yapılacak sorusu kalıyor. Böylesi bir politikanın öznelerine yönelik olan soru, yanıtlanmasında Luxemburg’un devlet, parti, parlamento ve devrim hakkında nasıl düşündüğünü açıklamakta ve devrimci reelpolitikanın düşüncesinin ve politik taslağının merkezî akisi olduğunu kanıtlıyor. Böylesi bir politikanın özneleri, parti ile parlamentoda reformpolitikasına karışmış olan milletvekilleridir. Seslenilen [aynı zamanda] halktır – sadece işçiler değil. Önerileri burada da hâlen güncelliğini korumaktadır.
Önce parlamenterlerin görevleri ve konumları üzerine: Luxemburg, parlamentonun ortaya çıkışını ve işlevini, hukuk devleti anlayışı, basın ve düşünce özgürlüğü, demokrasi, seçim hakkı gibi korunmaya değer biçimleri ile yurttaşların kazanımı olarak tanımlıyor. Burjuvazi, feodalizme karşı mücadelesinde parlamentoyu yarattı. [Parlamento], feodal asilzadeler üzerinde alınan zaferden sonra burjuvalar için işlevsiz oldu. Ama seçim hakkı sayesinde parlamenter sahneye proletarya çıktı. Böylece, [parlamento] farklılaştı. Proleter vekillerin ilk görevi, bir burjuva kazanımı olduğu bilinciyle parlamentoyu burjuvaların sürekli tehditine karşı korumaktı – aynı bugün nasıl olağanüstü hâl yasalarına, özgürlüklerin kısıtlanmasına, “telekulaklara” karşı korunması gerektiği gibi.
Buradan parlamenter faaliyette bulunmanın ikinci karmaşık görevi çıkmakta – yani halkın durumunun düzeltilmesine yarayan her konuda mücadele etmek, ama aynı zamanda parlamentonun kendisinin kapitalist egemenlikçe tehdit edildiğini ve asıl iktidarın başka yerde olduğunu göstermek ve bu nedenle karşı karşıya bulunulan sorunların kapitalizm içinde çözülemeyeceğini, perspektifte söz konusu olanın, devinim olduğunu [göstermek]. Parlamento, bu mesaj için, penceresinden dışarıya konuşulan bir sahne olarak hizmet etmeli. Antonio Gramsci’nin sonraları diyeceği gibi, parlamentonun parlamenterler için işlevi, hegemonya kazanmaktır.
Luxemburg’un önerdiği tavır, çelişkilerle oynamaktır: [O’na göre] parlamenterler, sistem içerisinde iyileştirmeler için tartışmalı ve sistem değişimi için mücadele etmelidirler. Bunun içinse, asıl kararların başka yerlerde verildiğini bilen, parlamentonun tek başına politik olarak belirleyici olduğunu ve parlamenterleri en önemli aktör zannetme yanlışlığına düşmeyen bir hareket noktasına gereksinim vardır. Buna göre parlamenter için kişisel alçak gönüllülük ve tüm koşulların alaşağı edilmesinin olanaklı olduğunu düşünme cesareti, bir erdemdir. Luxemburg bunu biraz daha keskinleştirerek, ulusaşırı sermayenin parlamentoyu evet deme makinası olarak kullandığını söylüyor. İşte bu nedenle sosyaldemokrasinin vekillerinin halkta, halkın kaderini parlamentoda değiştirebilecekleri beklentisini yaratmamaları gerekiyor. [Luxemburg], yerine getirilemeyeceğinden, fazlaca büyük vaadler vermeme konusunda uyarıyor. [Çünkü] hayal kırıklığı yaratan vaadler, halkı politikadan soğutuyor. Ve buna rağmen parlamenterler, halkın sorunlarına kendilerinin diğer partilerden daha çok sahip çıktıklarını göstermek zorundadırlar.
Ancak sadece egemen sınıf parlamento dışında mücadele etmiyor, proleter parlamenterler de, parlamenter mücadelenin tek [mücadele biçim] olmadığı, aksine onun yanısıra genel grevin, sokaktaki parlamento dışı mücadelenin ve özellikle basın çalışmasının esaslı politik araçlar olduğu bilincinde davranmalıydılar. Sonucunda söz konusu olan, hepsini birbirine bağlamaktı, yoksa hepsi tek başına gericiydi.
“Parlamentarizm, tek başına işçi sınıfının tek azizletici politik mücadele aracı olarak, aynı tek başına azizletici genel grev veya tek başına azizletici barikat gibi fantastiktir ve de son etapta gericidir.”[11]
Parti ve parlamenterler – Gramsci’nin diyebileceği gibi – cephe savaşındalar. Görevleri, halkı, iktidar işlerini üstlenebilecek yetiye sahip olana dek, eğitmektir. İşte Luxemburg’a göre parlamenterler politikada temsilci olarak, aynı öğretmenlerin yaptığı gibi, kendilerinin gereksizliğine kadar ilkesine göre çalışırlar.
Luxemburg, sosyalist parlamenterlerin reformist bir kurumun ve aynı zamanda devrimci bir partinin üyeleri olarak, kendilerinin çelişki yaşadıklarını vurguluyor. Aynı zamanda [parlamenterler], gerçekten iyileştirmeler için mücadele ederek ve bunda da başarılı olarak, her iyileştirmenin çalışanları daha memnun kılarak, sosyalist devrime karşı kurulu duvarların yükselmesine neden olduğundan, yukarıda anılan çelişkiye karışmaktalar.
Devrimci reelpolitikanın nasıl’ı
Halka kendi politikalarının sürekli açıklanması önemli bir görev. Luxemburg burada da günümüz politikası için öğretici oluyor. Çünkü [Luxemburg] halkın kendisinin “muzaffer”, sosyalizme inanan değil, ezilen [bir halk] olduğundan hareket ediyor. Kısacası, gene Gramsci’nin sözleriyle söylemek gerekirse, subalterniteyi [aşağı derecede olanı] hesaplamak gerekiyor. Konuşmalarında ve sayısız gazete makalelerinde halkın adalet duygusuna sesleniyor. Kısacası, sefaleti anlatan değil, insanların güçlü yanlarına seslenen ahlakî temelde kurulu bir politikayı savunuyor. İşte, Luxemburg’un özgün Pathos’unu oluşturan budur.
“Rosa Luxemburg und die Kunst der Politik” (2007, S. 57-94) başlıklı kitabımda, bir dizi gazete makalesini ve bunların metodlarını, yani kısaca somut “reelpolitikasını” göstermekteyim. [Luxemburg’u] her defasında bir çok aydınlatıcı bilgi verirken ve istatistikler ile sayıları başka türlü okumayı öğretirken görüyorsunuz – örneğin (Fransa’daki) memur tabakasının artmasından ve sefaletinden, küçük burjuvaların artık yer bulamadıkları üretim ve ticaretin krizini okurken. [Luxemburg] verileri geçerli akçe olarak görmemeyi, aksine ortalamada yutulmuş olan tandansları ve karşıt hareketleri çözmeyi ve bir alandaki hareketten, başka bir alanda hareketin olabileceğini görmeyi öğretiyor. Veya “halka”, ABD’nin nasıl ithalat ülkesinden, ihracat ülkesine dönüştüğüne dair bilgiler veriyor, ki görüşüne göre [bu dönüşüm] büyük ölçüde bir ticaret savaşına neden olacaktır. Bunları, halkın kapitalizmde ve [kapitalizm] tarafından üretilen sorunların çözümü için düşünmesini sağlamak için değil, ekonomiye politik olarak müdahale etmek gerektiği düşüncesini yaymak için yapıyor.
“Dünya pazarı giderek daralıyor, gelişmiş üretici güçler, satış olanaklarını hep daha çok geride bırakıyor, rekabet mücadelesi daha acımasızlaşıyor ve öyle ya da böyle bunun kaçınılmaz sonucu olarak, kısa veya uzun vadede oluşacak genel bir ticaret kavgası dünyayı sarsacaktır.”[12]
Luxemburg’un pratiğinden görüldüğü gibi, devrimci reelpolitika parti içerisinde, sürekli olarak güç ilişkilerinin analizini yapan, bilgi dağıtan ve asıl soruları, egemen koşullar altında görünenlerden farklı soran, sayıları artan bir grup entellektüelin varlığını gerektiriyor. Luxemburg [onların yapması gerekeni] iki düzeyde yapıyor: Aşağıdan verilen mücadeleleri gözlemliyor ve analiz ediyor. Böylece bugüne kadar [O’nun yaptığı] dünyadaki grevlerin, başkaldırıların, devrimlerin analizini, bir tarih kitabı gibi aydınlatıcı ve edebî açıdan değerli bir biçimde bulabiliyoruz. Ve O, ulusaşırı sermayelerin aksiyonlarını da analiz ediyor – bunu “Sosyaldemokrasinin krizi” başlıklı yazısında örnek bir biçimde bulabiliriz.
Devrimci reelpolitika için entellektüellerin böyle öngörülen işlevine ne değiniyor, ne de ayrıca gerekçelendiriyor. Bu, ancak Antonio Gramsci’nin Entellektüeller Teorisi ve parti entellektüellerine uygun “organik entellektüel” tanımı ile yapılıyor.
Her ne kadar Luxemburg’un özellikle devrimci politika sorunu üzerine yazdığı yazılar olağanüstü bir biçimde güncelliklerini korusalar da, [O’nun dönemindekiyle bugünkü] politik durum [birbirlerinden] hayli farklılar. Bu farklardan önemli bir tanesi, solun çok az basını var ve karşı tarafta, müthiş medya ayartma gücüyle televizyon. Aynı zamanda sol içerisinde, sürekli analizler yapan ve soruları iten yeteri sayıda organik entellektüel yok.
Bugün için önemli olan noktaları toparlayalım: Devrimci reelpolitika, yakın ve uzak hedeflerin diyalektiğini pratiğe geçiriyor. Bunun için bilimsel analizlere ve kendilerini fazlaca önemli görmeyen, ama olan hem reformist faaliyette bulunarak, kapitalist sistemi iyileştirmek için, hem de [kapitalist sistemin] aşılması için uğraş verecek kadar kendilerini önemli görecek hale dönüştürerek varoluşlarının sürekli çelişkisi ile çalışan politik aktörlere gereksinim var. [Bu politik aktörler] çelişkileri, halkı, kitleleri harekete geçirebilecek gerçek yaşamdaki müdahaleler için sürekli arayış içerisinde olmak zorundadırlar. Hedef, aşağıdan yukarıya doğru olacak bir politikayı teşvik edecek yukarıdan aşağı bir politika olmalıdır. Parlamentoyu bunun için bir sahne olarak kullanmalıdırlar.
Luxemburg’a göre, tam olarak açmamışsa da, devrimci reelpolitika teorisi, parlamenter mücadelenin, entellektüelliğin, partinin, devletin, parlamentarizmin sınıf savaşı [araçlarından birisi] oluşunun, üretim tarzının, kapitalizmin ve sosyalizmin teorisini içermektedir. O, bağlantı ve çelişki sanatıyla ve özellikle özeleştiriyi öğretmektedir.
Güncelleştirme
Rosa Luxemburg, partinin kitlelere hangi politikanın yapılacağını dikte etmesini yanlış buluyor. O’na göre partinin görevi daha çok “sınıf savaşının farklı yer ve farklı zamanlardaki fragmanlarına hedef bilincini ve bağlantıyı getirmektir.”[13]
Bunu, devrimci reelpolitikaya yönelik yukarıdaki analizlerle birlikte bugünkü kadınların politika taslağına uyguluyorum: kadınların ayırımcılığa uğratılmasına yönelik ve ağıt korosu oluşturan sayısız noktayı topluyor ve bunları, kadınların ezilişinin nasıl ortaya çıktığını ve nasıl devam ettiğini açıklayan ve bizleri, pozitif, hiddet ve heyecanla, fantaziyle ve öne bakarak tasarılarımızı yapabileceğimiz duruma getirecek bir hikâye içerisinde toparlıyorum. Bu [tasarılar], diğerlerinden hep daha fazla, ama hep aynısını talep edenler yerine, şimdi sol [tasarıları] olarak tanınabileceklerdir. Sol politika, aynı anda devrimci ve reel olmalıdır, reel ayaklar üzerinde durmalı, insanların gerçek yaşamından hareket eden ve perspektif olarak istenilen bir geleceğe işaret eden bir [politika] olarak tanınabilmelidir. Hikâye kısaca şöyle olur: Cinsiyet ilişkileri üretim ilişkileri olarak algılanılmalıdırlar. Kadınlara kötü davranılması, kişisel kadın-erkek ilişkilerinin bir sonucu değildir ve karakter eğitimiyle ortadan kaldırılamazlar, aksine bir yapıdan ve toplumsal işbölümünden kaynaklanmaktadır; [şöyle ki] iki üretim de, yani en geniş anlamında yaşamın ve gıda maddelerinin üretimi, gıda maddeleri üretiminin kâr amaçlı örgütlendiği ve merkezî olduğu ve yaşam üretimi alanını önemsiz, [gıda maddeleri üretiminin] yanısıra basitçe halledilebilecek şekilde ittiği bir durumda karşı karşıya konulmuştur. Böylece [yaşam üretimi], çok eskiden beri süren patriarkal baskı altında tutulan ve [yaşam üretmeye] doğal olarak uygun kadınlara bırakıldı. Tarihsel ve güncel olarak bu mantığın, kadınların ve erkeklerin nasıl olacaklarını, arzularını, hedeflerini, bilinçlerini ve tavırlarını belirlediğini takip edebilir, tüm bunların nasıl ideolojik olarak paradoksca güvence altına alındığını görebiliriz. Bu nedene burada (Marx’ın Feuerbach Tezleri’nde ilân ettiği gibi) kendini değiştirme ile toplum değişimi bir olmaktadır. Çünkü, bütün bunların, toplumun insanî yeniden üretim sorununu, yani insanın insanla olan ilişkisini, güçlünün zayıfla olan ilişkisini, yaşam ve doğanın korunmasını kendi ana konusu yapmadığı, aksine tesadüfî yan ürün veya kâr üretim sürecine konjonktür durumuna göre çekilen bir eklenti olarak gördüğü müddetçe değişmeyeceğinden hareket etmemiz gerekir.
‘Dördü birden’ perspektifi
Bu sorun basit bir işbölümü ve cinsiyetler arasında eşit dağılım veya meslek ile aile yaşamının uyumlu olması politikasıyla değiştirilecek bir [sorun] değildir. Aksine, asıl sorun bu işbölümünün üretim tarzı olmasıdır. Dördü-birden-perspektifi olarak adlandırdığımı, bir anahtar ve politik pusula olarak geliştirdim. [Dördü-birden-perspektifi] aynı zamanda reelpolitika gösteren sosyalist perspektifdir. Yaşamı, insanın varoluşunun dört ana boyutunun: toplumsal emeğin, insanların yeniden üretimindeki emeğin, kendi kültür ve gelişmesindeki faaliyetlerin ve sonucunda da politikanın bireysel yaşamı eşit bölümlerde belirlemesi olarak algılama önerisidir. Bu, faal yaşamın günde 16 saate çıkartılmasını ve aynı zamanda çalışma gününün, yaşayan insana ait olan diğer boyutlara da alan tanımak için, yaklaşık 4 saate düşürülmesini gerekli kılıyor. Perspektifte böylece hiç kimse “işsiz” kalmayacaktır, [çünkü] ev ve reprodüksiyon işleri de yaşama aittir [ve] politik müdahale ile olası yeteneklerin geliştirilmesi ve yaşam boyu öğrenme, insan olmanın zevkli gerçekleştirilmesidirler. Bu, aynı zamanda alanları birbirlerine karşı kullanmayı, sadece birisini önplana çıkarmayı engellemeye ve tek-alan-politikasını gerici ve aptal olarak görmeyi olanaklı kılar. Söz konusu olan farklı bir zaman rejimidir, basit vekâlet politikasına karşı çıkmaktır, büyük ölçüde farklı bir işbölümüdür, yani adaletin farklı algılanışı ve çalışma süresinin önemli ölçüde kısaltılmasıdır. Politik tavrı belirleyen perspektif olduğundan, [bu] bugünden yarına gerçekleştirilemez. Ama, alanlar içiçe geçerek, yani sadece birlikte ele alındığından, [bu] tek nokta veya tek alan çözümleri tuzağına düşmekten şüphesiz kurtarır. Burada da geçerli olan [şudur]: Bağlantı kurmak, politika sanatıdır.
Kadınlar, bu dördü-birden-perspektifinde şimdiye kadar olduğundan farklı biçimde – bu sefer anahtar noktalarda ortaya çıkıyorlar. Şu anda perspektiften, kadınların noktasından bahsedilebilir; çünkü reprodüksiyon alanını, yani yaşamın hareket noktasını, yaşamlarının planlanmasında unutmayacak kadar önemseyen onlardır; aynı zamanda [para kazanmak için] çalışmayı, merkez olarak görmeyecek kadar önemsiz bulanlar onlardır; bu nedenle kendi kendilerini kurban etmeyi bırakıp, kendi gelişmelerini kendi ellerine almalıdırlar; Brecht’in dediği gibi – kendilerinin ve başkalarının yaşamlarını biçimlendirmek ve ‘devleti aşağıdan yukarıya ters çevirmeleri’ gerektiğinden, politikaya müdahale etmelidirler.
Sonuç incelemesi: tartışmaya yönelik bazı güncel politik sorular
[Konuşmamın] sonunda, DİE LİNKE partisinin politikasından bazı örnekleri bu çerçevede problematize etmeye cesaret ediyorum. Bazı “kampanyalar” bende başağrısı yaratıyor. Cümleyi tırnak içerisine aldım, çünkü bana göre kampanya tanımının kendisi, anlatılmaya çalışılan açısından sorunlu. Başka bir yerde “kampanya” konusunda şunları yazmıştım:
“Kaynakların sınırlı bir zaman içerisinde, açık tanımlanmış bir hedef için bir araya getirilmesine kampanya deniyor. Bir noktaya yoğunlaşma ile, alışılmış gidişata karşı hedeflenen ve genelde ulaşılan daha yüksek etki, kolektif güçlerin böylesine gerilme biçimi politik mücadelenin bir aracı oluyor. Kampanyalar, aşırı derecede yıpranma rizikosunu taşırlar. [Kampanyalar], tanımlanan hedefin ulaşılmak istenilen anlam ile birleştiği zaman, insanların daha motive katılımını (mobilizasyon) sağlayabilirler. Kampanyalar, ilgili öznelerin gerekli olan onayı nedeniyle hegemoni teorisi açısından ilginçtir ve aynı zamanda bu alanda ideoloji teorisi çerçevesinde analiz edilmelidirler. Yukarıdan [örgütlenen] kampanyalar görüş oluşturur ve belirli noktayı hegemonik yapmayı hedeflerler. Kitlelerle burada hegemoni malzemesi ve baskı aracı olarak ilgilenilir. Soldan geliştirilen kampanyalar, “uyuyan devi aşağıdan uyandırmayı” hedeflerler, yani özel-izole olmuşların, politik açıdan harekete geçebilecek proje yoldaşlarına dönüşmesini sağlayan politik-ahlakî dönüşümü [hedeflerler]. Kampanyalar, kitle hareketinin bir merkezden örgütlenen biçimi olduğundan, demokrasi teorisi açısından tartışmalıdırlar.”
DİE LİNKE partisinin kampanyalar planladığını duyduğumda, böylesi bir önanlayışla heyecanlanmıştım ve [kampanyalara] katılmak istiyordu. Ancak, böylesi bir kampanyanın tam günlük kreşlerle ilgili olduğunu öğrendiğimde, ürkmüştüm. Şaşırmışlığım, kampanyayı bir nevî bildiri dağıtma aksiyonu ile durumun analizi ve ek taleplere indirgeyen biçimle ilgili değildi, aksine bu kampanyanın konumlandığı politik durumun analizinden kaynaklanmaktaydı. CDU’yu bu vesile ile başarılı bir şekilde modernize eden görevdeki Aile Bakanı’nın yukarıdan başlattığı böylesi bir kreş kampanyası zaten var. Sosyaldemokratlar, Yeşiller ve hatta FDP dahi kamusal çocuk bakımı ile kreşlerin genişletilmesinin taraftarları. Peki, böylesine bir alanda, hem sol olarak görülen ve farklı olan bir politika soldan nasıl yapılabilir? Ben o ana kadar, sol politikanın basitce tüm diğer partilerle aynı olan, ama biraz fazlasını talep edemeyeceğini düşünüyordum.
Eğer kreş sorunu dördü-birden-perspektifi çerçevesinde bir daha sorduğumuzda, yeniden kreşlere yoğunlaşmayı onaylamayan hedefli bir kayma kendisini gösterirdi. O zaman talebimiz diğer partilerin hedeflerini almak ve onları döndürmek zorunda olurdu. O zaman da [talebimiz] şöyle olurdu:
“Biz, sadece kreşler sayesinde aile yaşamı ile meslek yaşamının birbiri ile uyumlu olmasını talep etmiyoruz, aynı zamanda her ikisinin de tüm yetilerin geliştirilmesi ve politika için zaman [ile uyumlu olmasını] istiyoruz.”
Buna göre kreşler ve kreşlerin genişletilmesi ile ilgili olan soruyu, ek olarak öğrenim sistemini, çalışma süreleri politikasını, politikanın biçimlendirilmesini ve herkesin müdahalesini ilgilendiren bir sorunun içerisine sokmuş olurduk.
Politik olarak tartışılan konulardan birisi de, önkoşulsuz temel aylık gelirin solun olası kampanyası haline gelmesidir. Herkesin yaşam hakkı olduğu ve Rosa Luxemburg’un “yaşamın sosyal garantileri” dediklerinin herkes için geçerli olması gerektiği, şüphesiz tartışmasızdır. Ancak bunu önkoşulsuz olarak talep etmek, eski Roma’nın “ekmek ve oyunlar” politikasını tekrarlamak olur. Buna karşın dördü-birden-perspektifinde ise, herkesin çalışabileceği bir işe sahip olma hakkı, aynı politika yapma hakkı, gelişme hakkı gibi insan onuruna ait olan haklar konusunda ısrar etmeyi gerektirir. İşte bu tam anlamıyla, “herkes için part-time çalışma” diyebileceğimiz bir kampanyayı istiyor. [Böylesi bir kampanyanın] gerekçesi, insan olmanın dört boyutunun birbirine bağlanmasında yatıyor. Genelleme ile part-time kavramına yapışık olan zavallı tadı yok ediyor ve aynı zamanda bu şekilde, kişinin kendisini ebediyen tam gün çalışma olarak nitelendirilen zorunlu korse içerisinde düşünme ve insan olmanın diğer üç boyutunu, bırakın keyif alarak, doğru dürüst yaşayamamaya neden olan zorunluktan kurtarıyor.
Çeviri: Murat Çakır
Frigga Haug marksist-feminist bir sosyolog ve filozoftur. 2001’e kadar Hamburg Universitesi’nde İktisat ve Politika Profesörü olarak görev yaptı. “Das Argument” adlı derginin yayımcılarından, ve “Historisch-Kritischen Woerterbuch des Marxismus” ile “Forum Kritische Psychologie” redaktörlerindendir. 1979 yilinda Wolfgang Fritz Haug ile birlikte Berlin Halk Universitesi’ni kurdu.
1970’li yillarda marksist-feminist çevrelerde kolektif hatıra çalışmalarına dair metodlar geliştirdi ve marksizm, feminizm, ideoliji teorisi ve eleştirisel psikoloji üzerine 1980’li yıllardan beri makaleler, kitaplar ve çalışmalar yayımlamıştır.
[1] Vorwaerts, 14 Mart 1903
[2] Rosa Luxemburg, Gesammelte Werke 1/2, S.374
[3] Rosa Luxemburg, Gesammelte Werke 1/1, S. 42
[4] Rosa Luxemburg, Gesammelte Werke 1/1, S. 432
[5] Rosa Luxemburg, Gesammelte Werke 1/1, S. 431
[6] Rosa Luxemburg, Gesammelte Werke 1/1, S. 400
[7] Rosa Luxemburg, Gesammelte Werke 1/1, S. 433
[8] Rosa Luxemburg, Gesammelte Werke 4, S. 362
[9] Rosa Luxemburg, Gesammelte Werke 4, S. 356
[10] a.g.e.
[11] Rosa Luxemburg, Gesammelte Werke 1/2, S. 247
[12] Rosa Luxemburg, Gesammelte Werke 1/1, S. 286
[13] Rosa Luxemburg, Gesammelte Werke 4, S. 124