1.İç savaşların özneleştiği bir dönemde yaşıyoruz.[1] Piyasa galibiyetinin yaşandığı; yönetimselliğin makineleştiği ve borç ekonomisinin “dünya görüşleri” ve onlar arasındaki çatışmalara geri dönecek şekilde depolitize olduğu dönemlerden çıkamadık.Yeni savaş makinalarının inşa edildiği bir döneme girdik.
2.Kapitalizm ve neoliberalizm, fırtına yüklü bulutlar gibi, savaşları bağrında taşır. Nasıl ki; 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başındaki finansallaşma, topyekun savaşa ve Rus Devrimine, 1929 çöküşüne ve Avrupa iç savaşlarına yol açtıysa, bugünün finansallaşma süreci de küresel iç savaşlara yol açmakta ve bu savaşların tüm uçlarını yönetmektedir.
3.2011’den bu yana, iç savaşın özneleşmesinin çeşitli biçimleri, hem sermayenin göstergebilimini hem de mücadelenin edimbilgisini , savaşın çeşitli güçlerinin hayatın daimi çerçevesi olmasını engelleyecek şekilde derinden başkalaştırdı. Amerika’daki Wall Street İşgali, İspanya’daki İndignados(öfkeliler) hareketi, Şili ve Quebec’teki öğrenci hareketleri ve 2015’te Yunanistan mücadelesi gibi antikapitalist makinelerin deneylerinin hepsi, borç ekonomisi ve kemer sıkma politikalarına karşı eşitsiz silahlarla savaştılar. “Arap Baharı”, Brezilya’daki geniş çaplı protestolar ve Türkiye’deki Gezi Parkı çatışmaları gibi hareketlilikler Küresel Güney ülkeleri boyunca benzer şiarlar etrafında örgütlenme ve çatışma hatlarını izlediler. Fransa’daki Nuit Debout(Gece Ayakta) hareketi , 1989 Tiananmen Meydanı Olayları ile başlamış olabilecek çatışma ve işgal döngüsünün son halkasına eklendi. İktidar cephesinde ise, neoliberalizm, piyasa teknisyenleri tarafından belirlenen talancı ekonomi politikalarını körüklemek amacıyla otoriter ve “kontrolcü” post-demokrasiyi teşvik ederken, yeni sağ(ya da “güçlü sağ”)ise yabancılara, göçmenlere, müslümanlara ve alt sınıflara “şeytanlarından arındırılmış” aşırı sağ adına savaş ilan etmektedir.Bu radikal sağ, ırk temelli sınıf savaşını şiddetlendirip özneleştirdiği iç savaş alanlarını açıktan işgal etmekte ve yönetmektedir. Özneleşme süreçleri üzerindeki neo-faşist hegemonya, iç savaşın iç sömürge alanlarının uzantıları olarak, kadınların özerkliği ve “oluş halindeki minör -”cinsellikler (Fransa’daki “La Manif pour tous”) üzerinden yenilenen bir savaşı sürdürmektedir.
Thatcher ve Regan yönetimi altındaki sınırsız yersiz-yurtsuzlaştırma çağını, bugün halihazırda yeni faşizmin lideri haline gelmiş Trump’ın ırkçı, milliyetçi, cinsiyetçi ve yabancı düşmanı yeniden yerli-yurtlulaştırması takip etti.“Amerikan rüyası”, bugün uykusuzluk çeken bir gezegenin kabusuna dönüşmüştür.
4.Sermayenin ve yeni faşizmin savaş makineleri ile yeni kapitalizmin dünya düzenine karşı geliştirilen çok biçimli mücadeleleri arasında açıktan bir orantısızlık söz konusudur. Bu siyasal bir orantısızlık olduğu kadar entellektüel de bir eşitsizliktir. Bu metin, teoride ve pratikte bastırılmış ama aslında her daim devrimci hareketlerin hem gücünün hem de güçsüzlüğünün kalbinde yatan bir kavrama, bir boşluğa, bir aralığa odaklanıyor: “Savaş”a ve “İç Savaş”a.
5.2015’in 11-12 Temmuz günlerinde Atina sokaklarında “sanki savaştayız” ifadesi sıkça işitiliyordu. Üstelik bu ifadenin haklı bir temeli de vardı. Halk, borçlandırma aracılığıyla sürdürülen geniş kapsamlı bir savaş stratejisiyle karşı karşıya kalmıştı: Bu strateji, Yunanistan’ın yıkımını tamamına erdirirken aynı zamanda; “Avrupa’nın inşasının” öz-yıkımını da tetikledi. Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF’nin amacı asla anlaşmaya varmak ya da arabuluculuk etmek değildi.
Aksine düşmanına açık bir yenilgi yaşatmaktı. “Savaşta gibiyiz” ifadesi derhal düzeltilmelidir: Bu bir savaştır. Savaş ve ekonominin birbirine dönüştürülebiliyor olması kapitalizmin asıl temelidir. Carl Schmitt, epey uzun zaman önce, ekonomi ile savaş arasındaki sürekliliği yeniden kurarak neoliberalizmin “pasifist” iki yüzlülüğünü ifşa etmiştir; Ekonomi, savaşın amaçlarının başka araçlarla (“ham maddeler üzerinde ambargo, krediyi engelleme, yabancı para biriminin devalüasyonu”) sürdürülmesidir.
Çin Hava Kuvvetleri’ndeki iki üst düzey subay, Qiao Liang ve Wang Xiangsui, mali saldırıları “kansız savaşlar” olarak niteliyor: “kanlı savaşlar” kadar zalim ve etkili bir soğuk şiddet. Açıkladıkları üzere, küreselleşme ile birlikte “dar anlamda savaş alanını kısıtlarken aynı zamanda, bütün dünyayı geniş anlamda bir savaş alanına dönüştürdük.”[2] Savaşın yayılması ve savaş bölgelerinin adlarının çoğalması; savaş, ekonomi ve siyaset arasında bir sürekliliğin kurulmasına yol açtı. Zaten liberalizm, en başından beri , bir topyekun savaş felsefesi olmuştur.
(Papa Francis; siyasetçilerde, türlü uzmanda ve hatta kapitalizmin en hararetli eleştirmenlerinde bile olmayan bir netlikle aşağıdakileri söylediğinde, çölde vaaz verir gibidir: “Kabul edelim ki; dünya parça parça bir savaş durumundadır… Savaştan bahsettiğimde, gerçek savaşı kast ediyorum. Bir din savaşı değil. Hayır. Çıkarların savaşı. Para için savaş. Doğal kaynaklar için savaş. Halkların tahakkümü için savaş. Asıl savaş budur.”[3])
6.Fransa Cumhurbaşkanı,Yunan “radikal solunun” yenilmesinden birkaç ay sonra, 13 kasım 2015’te, Fransa’nın “savaşta” olduğunu ve olağanüstü hal ilan ettiğini açıkladı. Cumhurbaşkanına olağanüstü hal ilan etme ve böylece; “olağanüstü” güçlere kamu güvenliğinin idaresini vermek üzere “demokratik özgürlükleri” askıya alma yetkisi tanıyan yasa, 1955’de Cezayir’deki sömürge savaşı sırasında geçmişti. 1984’te Yeni Kaledonya’da ve 2005’de “banliyö isyanları” sırasında uygulanan olağanüstü hal, sömürge ve sömürge sonrası savaşı yeniden gündeme getirdi.
Kasım ayının o korkunç gecesi Paris’te olanlar, Orta doğu şehirlerinde her gün yaşanmaktadır. Avrupa’ya “üşüşen” milyonlarca mültecinin kaçtığı işte bu dehşettir. Bu göçler, Hristiyan kökten dinci George Bush ve onun neo-konservatif kabinesi tarafından başlatılan “sonsuz savaşlar” dizisindeki “apokaliptik” uzantılarıyla göç hareketini düzenleyen en eski sömürgeci teknolojinin gözle görülür kanıtlarıdır. Yeni sömürgeci savaş yalnızca dünyanın “marjinlerinde” yaşanıp bitmiyor. Mümkün olan her yoldan, “iç İslami düşman”, mülteciler ve göçmenler şahsında “merkeze” doğru hareket ediyor. Ebedi çıkışlar ortadan kalkmadı: yoksul ve fakir işçiler, güvencesiz meslek sahipleri, uzun süreli işsizler ve Atlas Okyanusunun her iki tarafında bulunan “iç sömürgeler”…
7.“İstikrar Paktı” (Yunanistan’daki “finansal” olağanüstü hal) ve “güvenlik paktı” (Fransa’daki “siyasal” olağanüstü hal) aynı madalyonun farklı iki yüzüdür. Dünya ekonomisinin mütemadiyen dağıtılıp yeniden yapılandırılması, kredi akışları, savaş akışları ve bunları entegre eden devletler; hep birlikte çağdaş kapitalizmin üretim ve yeniden üretiminin varlık koşuludurlar. Para ve savaş, ki kendilerinden halen dünya-ekonomisinin “yönetişimi” olarak bahsedilmektedir, küresel piyasanın jandarmasıdır. Avrupa’da terör karşıtı olağanüstü hal, işçilerin halihazırda içi boşaltılmış “demokratik” haklarını askıya alırken, bu “yönetişim” diye adlandırılan; onların haklarını ve sosyal güvencelerini (sağlık, eğitim, barınma vs.) küçülten finansal olağanüstü halde cisimleşmektedir.
8.İlk tezimiz, savaş, para ve devlet’in kapitalizmin asli ya da kurucu kuvvetleri; başka bir deyişle ontolojik kuvvetleri olduğudur. Ekonomi, devlet eliyle yürütülen parasal düzenlemeler ya da iç ve dış savaşların kuvvetleri üzerinde meşru tekel güç teşkil etme durumlarında olduğu gibi, savaşın yerini almadığı, ancak onu başka yollarla devam ettirdiği müddetçe, politik ekonominin eleştirisi yetersizdir. Kapitalizmin soy kütüğünü çıkarmak ve “gelişmesini” yeniden yapılandırmak için, politik ekonomi eleştirisini, savaş eleştirisini ve devlet eleştirisini her daim bir araya getirmeli ve birlikte anmalıyız.
Sermaye birikimi ve mülkiyet üzerindeki tekel ile devlet elindeki zor birikimi ve tekeli birbirini besler. Savaşın dışsal tatbiki olmadan, ve kendi sınırları içinde devlet tarafından iç savaşın tatbiki olmadan, sermaye biriktirmek asla mümkün olmamıştır. Ve tersinden; sermaye tarafından servete el konulması ve değer biçilmesi olmaksızın devlet; kendi idari, yasal ve yönetişimsel fonksiyonlarını yerine getiremez ya da sürekli büyüyen ordularını örgütleyemezdi. Üretim araçlarına el konulması ve zor araçlarının temellükü, sermaye oluşumunun ve buna paralel olarak devlet inşasının koşullarını oluşturur. Askeri proleterleştirme, sanayi proleterleştirmesi ile el ele gider.
9.Peki hangi “savaş”tan söz ediyoruz? Carl Schmitt ve Hannah Arendt tarafından aynı zamanda (1961) ileri sürülen “küresel iç savaş” kavramı, Soğuk Savaş’ın bitiminde kendini en uygun form olarak mı dayatıyor? “sonsuz savaş”, “adil savaş” ve “terörizme karşı savaş” kategorileri, küreselleşmenin yeni çatışmalarına mı tekabül ediyor?
Devlet bakış açısını doğrudan göz önünde bulundurmadan ‘tek bir’ savaşın dizgesini kullanmak mümkün müdür? Kapitalizmin tarihi, başlangıcından bu yana, çeşitli savaşlar tarafından çapraz kesilmiş ve onlar tarafından teşkil edilmiştir: Sınıf savaşları, ırk savaşları, cinsiyet savaşları[4], öznellik savaşları, medeniyet savaşları (Savaşlar tek bir savaşmış gibi, Tarih’e ilk harfini verir.). İkinci tezimiz: tek bir Savaş yoktur, Savaşlar vardır. İç ve dış düzenin temeli olarak, toplumun düzenleniş ilkesi olarak savaşlar yalnızca sınıf savaşları değil; aynı zamanda askeri savaşlar, iç savaş, cinsiyet ve ırk savaşları, sermayenin tanımına o kadar kurucu bir biçimde yerleşti ki; bu savaşların dinamiklerini en gerçekçi biçimde izah etmek için Das Kapital’in baştan sona yeniden yazılması gerekir. Kapitalizmin başlıca dönüm noktalarının hemen hepsinde, Schumpeter’in girişimci yeniliği tarafından ifade edilen“yaratıcı yıkımı” bulamasak da iç savaş girişimlerine her daim tanık oluruz.
10.1492’den; yani, Kapital’in Birinci Yılı’ndan bu yana, sermayenin oluşumu, Atlantik’in her iki yakasında bu çoklu savaşlar vasıtasıyla serimlendi. İç sömürgeleştirme (Avrupa) ve dış sömürgeleştirme (Amerikalar) paraleldirler; karşılıklı olarak birbirlerini güçlendirir ve dünya ekonomisini tanımlarlar. Bu ikili sömürgeleştirme, Marx’ın ilksel birikim dediği şeyi tanımlamaktadır. Biz, ilksel birikimi, Marx’ın kendisinde değilse bile; uzun dönem hakim olan Marksizm yorumlarında olduğu gibi, “belirli bir üretim tarzıyla” aşılmaya mahkum olan bir sermaye gelişim evresi olarak sınırlandırmıyoruz. İlksel birikimin, sermayenin gelişimine sürekli eşlik eden bir varlık koşulunu teşkil ettiğini düşünüyoruz. Öyle ki, eğer ilksel birikim devam etmekte olan birikimin tüm biçimleriyle gaspı ise; sınıf, ırk, cinsiyet, ve öznellik savaşları sonsuzdur. Bu savaşların bir araya gelişi, ve özellikle Avrupa’nın iç sömürgeleştirilmesinde yoksullara ve kadınlara karşı savaşların ve “ilk” insanların dış sömürgeleştirmeye karşı savaşlarının bir araya gelişi, 19. ve 20. Yüzyıllar’ın “sınıf savaşları”nı, üretimsel edilgenleştirmeye karşı ortak bir savaşa dönüştürerek önceler ve ortaya çıkış koşullarını oluşturur. Ne şekilde olursa olsun edilgenleştirme(“kanlı” ya da “kansız”), “toplumsal ilişki” olarak sermayenin savaşının bir amacıdır.
11.“Bilhassa, kapitalizm ve sanayicilik arasındaki ilişkiye vurgu yaparken, nihayetinde, Marx bu iki fenomen ve militarizm arasındaki yakın bağlantıya hiç dikkat etmez”[5]. Kapitalizmin başlangıcından bu yana savaş ve silahlanma yarışı, iktisadi kalkınmanın ve teknolojik-bilimsel yeniliklerin koşullarını teşkil etti. Sermayenin gelişimindeki her evre, kendi “Savaş Keynesçiliğini” ortaya çıkardı. Giovanni Arrighi’nin bu tezindeki tek kusur, kendisini sadece devletler arasındaki savaşlarla sınırlaması ve Sermaye, teknoloji ve bilimin iç savaşlarla olan “yakın bağlantısına hiç dikkat etmemiş” olmasıdır. Fransız ordusundaki bir albay savaşın ekonomik işlevlerini doğrudan şöyle özetliyor: “Ötekiler gibi biz de üreticiyiz”. Böylece üretim ve iş meselesinin; iktisatçılar, sendikalar ve Marksist emir erlerince temalaştırılmaktan kaçınılan bir tarafını, en sıkıntılı taraflarından birini ortaya koyuyor.
12.İlksel birikimden bu yana, dünya ekonomisinin yapısızlaşmasının ve yeniden yapılanmasının stratejik kuvveti en yersiz yurtsuz haliyle Sermaye’dir; -itibarını Balzac’tan almadan evvel mevcut haline ulaşan- finans Sermayesi. Foucault, Marxist Sermaye kavramını eleştirir, çünkü ona göre “tek bir” kapitalizm yoktur; daha ziyade, tarihsel olarak bir araya gelmiş ‘siyasal-kurumsal bir kümeleşmeler(ensemble)’ söz konusudur (Ki; bu argüman çokça ilgi görmüştür).
Marx’ın aslında hiçbir şekilde kapitalizm kavramını kullanmamış olmasına rağmen, kapitalizm ve “belirli bir” sermaye arasındaki farkı muhafaza etmeliyiz, çünkü bu “belirli sermayenin” mantığı, yani finansal Sermaye’nin mantığı (P-P’), (halen tarihsel olarak) en işlevsel olanıdır. ‘Finansal kriz’ diye anılan şey, en ‘yenilikçi’ post-eleştirel edimler içerisinde bile kendini gösterir. Devlet formlarının ve ulus aşırı iktidar teşekküllerinin çeşitliliği ve ulusal ‘kapitalizmler’in çeşitlerini belirleyen siyasal kurumsal birliklerin çokluğu, ‘büyüme’ amacındaki küreselleşmiş finans Sermayesi tarafından ekseriyetle merkezileştirilmiş, tahakküm ve buyruk altına alınmıştır. İktidar formasyonlarının çeşitliliği, üç aşağı beş yukarı itaatle, kredi sunan merkezlerin soyut mülkiyet mantığına boyun eğmektedir. Zamanın sabit ivmelendirilmesi aracılığıyla mekanın dünya seviyesinde yeniden düzenlenmesi temelli ‘Para-Para’ mantığıyla, ‘tek bir’ Sermaye, ‘insan’ ve ‘insan-dışı’ Yerküre’nin evrensel özelleştirilmesi yoluyla en gerçek etkileri üreten tarihsel bir kategori, Marx’ın deyimiyle ‘gerçek bir soyutlama’dır(Burada aklımıza, 2007/8 yılının ‘gıda krizinden’ ve “Küresel Tarih’in en kötü finansal krizinden” çıkış stratejilerinden birini oluşturan toprak gasbını getirebiliriz.). Burada, en ücra köşelerde bile dünyanın sistematik sömürgeleştirilmesine (ve mümkün olduğunca sermayeleştirmeye) hizmet eden sermayenin anlamını çekiştirerek, “aşkın-tarihsel” Sermaye kavramını kullanıyoruz.
13.Peki kapitalizmin gelişimi neden uzun bir süre boyunca onun vektörleri olarak iş görmüş şehirler aracılığıyla değil de devletler aracılığıyla ilerlemiştir? Çünkü on altıncı, on yedinci ve on sekizinci yüzyıl boyunca feodal dönemin (“özel savaşlara” yönelen) savaş makinelerinin çokluğunu gasp edecek/temellük edecek, merkezileştirecek ve kamu gücünü meşru tekeliyle orduya dönüştüren savaş makinesi şeklinde kurumsallaştıracak tek unsur devlet’ti. Emek bölümü sadece üretimde değil, aynı zamanda savaşın ve profesyonel askerin uzmanlaşmasında da gerçekleşir. “Düzenli bir orduda” kuvvetin merkezileştirilmesi ve kullanımı devletin elindeyken, bu durumlar aynı zamanda “medeni ve varlıklı” ulusların fakir uluslar -yani aslında ulus bile olmayan çorak yerler (John Locke)- karşısında “zenginliği”nin birikiminin de gerekli koşuludurlar (Adam Smith).
14.Dolayısıyla; devletin, iktidarın bir “mega-makinesi” şeklinde oluşumu, zor uygulama araçlarının ele geçirilmesi, merkezileştirilmesi ve kurumsallaştırılmasına dayanmıştır. Öte yandan, özellikle “topyekun savaşın” acımasızca hızlanmasıyla, 1870’lerden başlayarak Sermaye artık, devletle ve onun savaş makinesi ile bir ittifak ilişkisi sürdürmekten memnun değildir. Sermaye, devletin enstrümanlarını dahil ederek onu doğrudan temellük etmeye başlamıştır. Bu yeni kapitalist savaş makinesinin inşası, devletin (siyasal ve askeri) egemenliğini, ve “idari” işlevlerini finans Sermayesi’nin doğrultusunda derinlemesine dönüştürerek devlet’i kendisine dahil etmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan başlayarak, emeğin bilimsel örgütlenme modeli, askeri örgütlenme modeli ve savaşın yürütülmesi; yürütmenin hegemonyası altındaki güçlerin liberal bölüşümünün yeniden düzenlenmesiyle devletin siyasal işleyişine derinden nüfuz etti. Buna eşzamanlı ve tersi bir yerden siyaset ise; – Devlet’in değil, Sermaye’nin siyaseti- örgütlenme, yürütme ve amaçlara ya da savaşlara dayatıldı. Neoliberalizmle birlikte, savaş makinesinin ve Devlet’in ele geçirilmesi, Entegre Küresel Kapitalizm’in aksiyomatikleri içerisinde tam anlamıyla gerçekleştirilmiş oldu. Bu yolla, Felix Guattari’nin Entegre Küresel Kapitalizm [fikrini] üçüncü tezimize olanak tanıması namına çağırıyoruz: Entegre Küresel Kapitalizm, Devlet’in yersiz yurtsuzlaşmasının Sermaye’nin daha üst düzey bir yersiz yurtlaşmasına teslim olması şeklinde ifade edilebilecek olan, Sermaye’nin savaş makinesi aksiyomatiğidir. Sivil ve askeri olanı, savaşı ve barışı; tüm değer biçimleriyle, tek bir eşyapılı iktidarın devamlılığı sürecine dahil eden üretim makinesi, bundan böyle savaş makinesinden ayırt edilemez.
15.Sermaye ve savaşın uzun erimli (longue durée ) ilişkisinde, on dokuzuncu yüzyılın sonunda emperyalizmler arasındaki “ekonomik savaşın” patlaması, savaş ve ekonominin, Devlet ve toplum’un geri döndürülemez şekilde dönüştüğü bir kırılma noktasını temsil eder. Mali sermaye (değerlenme) sınırsızlığını, sınırsız bir iktidara dönüştürdüğü savaşa (topyekun savaş) teslim etti. Savaşın sınırsız akışlarının, Birinci Dünya Savaşı’nda finansal sermayenin sınırsız akışlarıyla birleşmesi üretimi ve savaşı limitlerine götürdü. Bu da sınırsız savaşın sınırsız üretiminin ürkütücü hayaletini ayağa dikmiş oldu. Bu iki dünya savaşı; üretimin, emek ve teknolojinin, bilim ve tüketimin daha önce görülmemiş boyutlarda örgütlenmesi ve planlanması sayesinde toplumun ve onun “üretici güçlerinin” savaş ekonomisine total tabiliğini [veya [Marx’ın ifadesi ile- ç.n.] gerçek tahakkümünü] ortaya çıkardı. İletişim tekniklerinin ve kanaat yaratımının yönetimi aracılığıyla kitle özneleşmesi süreçlerinin inşası da tüm nüfusun “üretim”de içerilmesine eşlik etmiş ve “yıkım” amaçlı araştırma programlarının daha önce görülmemiş düzeylerde işe koşulmasıyla; üretim araçları, “şey” üretim araçlarına dönüşerek sabit sermayenin yeni üretimlerini oluşturacak bilimsel ve teknolojik keşifler ortaya çıkmıştır. Tüm bu süreç işçicilik (ve post-işçicilik) tarafından 1960-70’lerdeki Sermaye’nin Büyük Çatallaşması’na denk düşen kısa devrede kaçırıldı ve bu yolla işçiciliğin fabrika’da kendini onaylaması şeklindeki kritik hareketiyle örtüşmüş oldu (“Yayılmış/diffuse fabrikayı”) beklemek için post-Fordizm’in gelmesini beklemek gerekecekti).
16.Sosyal refah’ın[Welfare] kökeni salt “işin” risklerine ve -Foucault’cu ekolün yönetsel etki altında benimsediği- “yaşam” risklerine karşı sigorta mantığında bulunamaz; bu köken her şeyden evvel savaş mantığındadır. Savaş durumu[Warfare], sosyal refah’ı öncelemiş ve hazırlamıştır. 1930’lardan başlayarak bu ikisi ayırt edilemez olmuştur.
Topyekun savaşın enternasyonalist işçileri 60 milyon askere çeviren devasa askerileştirilmesi sosyal refah aracılığıyla yeniden yerli yurtlulaştırılmıştır. Savaş ekonomisinin liberal ekonomiye dönüştürülmesi, ölüm enstrümanlarının bilim ve teknolojisinin “şey” üretme araçlarına dönüştürülmesi ve askerileştirilmiş nüfusun işçilere öznel dönüşümü; “şirketler”in aktif katılımıyla birlikte (şirket kapitalizmi), devasa devlet müdahalesi sayesinde gerçekleştirilmiştir. Sosyal refah’taki diğer araçlar sayesinde savaş durumu kendi mantığını izlemiştir. Keynes’in kendisi bile fiili talep politikasının gerçekleştirilmesinin savaş rejimi dışında bir modele sahip olmadığını kabullenmiştir.
17.Heidegger tarafından “Metafiziği Alt Etmek” (söz konusu “alt etme” meselesi İkinci Dünya Savaşı’nda kavranmıştı.) metnine sonradan 1951’de dahil edilen bu pasaj, “savaş” ve “barış” kavramlarının iki topyekun savaşın sonunda neye dönüştüğünü tam anlamıyla tanımlamaktadır:
“Bir öz bozulmasına uğrayarak, ‘savaş’ ve ‘barış’ ifadeleri hatalı hale geldiler ve salt üretilebilir olanın üretilmesi sürecine evrilerek gözden kayboldular, çünkü aralarındaki ayrım tanımlanamaz hale geldi. Ne zaman ve nerede barış olacağı sorusunun yanıtlanamıyor oluşu, savaşın süresinin kestirilemez olmasından kaynaklanmıyor. Fakat; savaş artık barışla biten bir şey olmadığı için soru, aslında varlığı halihazırda sona ermiş bir şeyi soruyor. Savaş, varlıkların tüketiminin barışta devam eden tahribatı haline geldi… Bu uzun savaş yavaş yavaş geleneksel türdeki bir barışa doğru değil, savaşvari niteliklerin bildik anlamlarında olmadığı ve barışcıl niteliklerin anlamsız ve içeriksiz hale geldiği bir duruma doğru evrilmiştir”[6]
Bu pasaj daha sonra [Deleuze ve Guattari’nin] Bin Yayla’nın (A Thousand Plateaus ) sonuna, teknik-bilimsel sermayeleşmenin “ maddileşmiş savaş, örgütlenmiş güvensizlik veya molekülerleştirilmiş, yayılmış, programlanmış katastrofi gibi yeni bir güvenlik kavramını” nasıl yarattığını göstermek için yeniden yazıldı[7].
18.Soğuk Savaş, 20. Yüzyıl’ın ilk yarısının savaş ekonomisi koşullarında, toplumun ve halkların “gerçek boyunduruk altına alınmasının [real subsumption]” yoğun bir şekilde toplumsallaştırılması ve aktifleştirilmesidir. Soğuk savaş, devlete ve savaşa el koymak için “bilgi”yi sürecine tabi kılan Sermayenin savaş makinesinin oluşumunda temel bir geçiş aşamasıdır. Soğuk savaş, yıllar içerisinde topyekun savaşlarca tutuşturulan teknolojik ve bilimsel üretimin ateşini harlamıştır. Pratik olarak günümüz teknolojileri, bilhassa sibernetik, bilgisayar ve bilgi teknolojileri; dolaylı veya dolaysız Soğuk Savaş ile bütünselleşen bu topyekun savaşın meyveleridir. Marx’ın “Genel Zeka” olarak ifade ettiği şey; Soğuk Savaş’ın Yöneylem Araştırmaları’nın, dünya ekonomisinin komuta ve kontrol aracı (ARGE) olarak yeniden organize edilmesinden önce, topyekun savaşın “yıkım için üretiminde(n)” doğdu. Sermayenin savaş tarihi, bizleri işçicilik ve işçicilik-sonrası ile ilişkili Yöneylem Araştırmalarının ARGE’ye dönüştürülmesine sıkıştırmaktadır. Topyekun savaş ile tesis edilen emek düzeni (“Arbeit macht frei”- “Çalışmak özgürleştirir”) “kitlesel-işçiliği” ve onun tüm yerel çevresini toplumsal olarak düzenleyen liberal demokratik tam istihdam düzenine dönüştürülmüştür.
19.‘68; sınıf, ırk, cinsiyet savaşlarının ve bundan sonra kendi “çıkarlarına” ve kendi örgütlenme formlarına (parti, sendikalar) indirgenemeyecek “işçi sınıfı” öznelliğinin siyaseten yeniden var oluşunun işareti olarak düşünülür. Emek mücadeleleri, Amerika’da gelişimlerinin en üst aşamasına erişmekteyken (“Marx Detroit’te”) savaş sonrası büyük darbelerle bozguna uğratılmışlardır. “Emek düzeni”nin topyekun savaşlar ile yok edilmesi; Soğuk Savaş’ta ve onun aracılığıyla bir “ücretli çalışma sistemi” olarak süre gitmesi, sadece kendi siyasal özerkliğini yeniden keşfeden yeni işçi sınıfının amacı değil, aynı zamanda, öznel kopuşların ortak koşullarına onları taşıyan “grup özneleri”nin tekil deneyimlerin izini sürerek, bir şekilde eş zamanlı, ateşlenen tüm bu savaşların çeşitliliğinin bir etkisidir. Sömürge karşıtı savaşlar ve tüm etnik azınlıkların, kadınların, öğrencilerin, homoseksüellerin, alternatiflerin, nükleer karşıtı göstericilerin, “lümpenlerin” savaşları ve daha niceleri yeni mücadele ve örgütlenme tarzları ortaya koydular ve 1960’lar ve 1970’ler boyunca özellikle tüm “iktidar-bilgisi”nin meşruluğunun yitimine yol açtılar. Biz, sadece, sermayenin tarihini savaş üzerinden okumuyoruz, savaşı da “savaş”tan “savaşlar” düzenine teorik ve siyasal geçişi sağlayan yegane yol olan‘68 üzerinden okuyoruz.
20.Savaş ve strateji, 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk yarısındaki devrimci teori ve pratiklerde merkezi bir yer teşkil eder. Lenin, Mao, ve General Giap özenle Clausewitz’in Savaş Üzerine adlı çalışmasına şerh düşerler. ‘68 Düşüncesi Foucault ve Deleuze-Guattari’nin dikkate değer katkıları haricinde, savaşı teorize etmekten kaçınmıştır. Onlar, Clausewitz’in meşhur formülünü (“savaş siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir”) tersine çevirerek “‘siyaset’ savaşın başka araçlarla sürdürülmesidir” şeklinde bir önermeye dönüştürüp özellikle savaş ve siyaset kavramlarını radikal bir biçimde başkalaştırdılar. Onların savaş kavramsallaştırmaları, savaş sonrası diye anılan dönemde, kapitalizmin dönüşümlerine ve ona karşı verilen mücadelelere sıkı sıkıya bağlıdır. Foucault tarafından önerilen iktidarın “mikro-fiziği” “genelleşmiş iç savaşın” eleştirel olarak hayata geçirilmesidir; Deleuze ve Guattari’nin “mikro-siyaset”i, “savaş makinesi” (ki bu makinenin inşası mikro-siyaset ve makine ikilisinin eylemsel tarihine içkindir) konseptinden ayrılamaz. Eğer, Foucault’cu eleştirinin yaptığı gibi; iktidar ilişkileri analizini, genelleştirilmiş iç savaştan ayrı tutarsak, yönetişimsellik kuramı; neoliberal “yönetişim”in bir başka türünden farklı bir şey olmaz; ve eğer, Deleuze’cü eleştirinin yaptığı gibi, mikro-siyaseti savaş düzeneğinden soyutlarsak, elimizde sadece Sermaye karşısında güçsüz teşebbüslerini sürdüren “azınlıklar” kalır.
21.Ordu, vurucu bir güç olarak geliştirilen yeni teknolojilerle harmanlayarak teknolojik makineleri savaş makineleri ile birleştirdi. Bunun politik sonuçları ürkütücüydü.
Amerika, “Clausewitz artık ‘out’, bilgisayar ‘in’” ilkesine dayanarak (aynı işlem garip bir şekilde savaşların tüm gerçekliğini bilgisayarlarda ve onlara ücret getiren “algoritmalarda” eriten bilişsel kapitalizmin destekçileri tarafından da kullanıldı) Afganistan’da (2001) ve Irak’ta (2003) savaşlar planladı ve yönetti. En rahatı bilginin ilksel birikimi ve hiper-teknolojik, dijital ve ağ merkezli savaş stratejistlerinin çabucak ton değiştirmesi ile “sis” ve savaşın belirsizliğini yayacağına inanarak: hızlıca elde edilen zafer, doğalında Dr. Strangelove’ın yeniden çevrimi gibi kendi değerlerini taşıyan tutumlu Özgür Dünya olmaksızın, Orta Doğu’daki felaketi tetikleyen siyasal-askeri bir felakete dönüştü. Teknik makine hiçbir şeyi açıklamaz ve diğer tüm makineleri harekete geçirmeden pek bir şey yapamaz. Onun etkinliği ve varlığı; sıklıkla sömürüler, baskılar ve bölünmelere dayalı toplum modeline göre teknolojik avatarın hatlarını oluşturan toplumsal makineye ve savaş makinesine bağlıdır (Kristin Ross’un güzel çalışmasının başlığını kullanacak olursak Fast Cars, Clean Bodies [Hızlı Arabalar, Temiz Bedenler].
22.Eğer Berlin Duvarı’nın yıkılışı, 1968 Komünist tarih öncesini; yani bize unutturulan bir mumyanın ölümünü belgelediyse ve bu (Tarihin Sonu tezinin ortaya koyduğu üzere) bir hayal kırıklığı olarak nitelendirilirse, tarihi yapan şey emperyal savaş makinelerinin ilk post-Komünist savaşlarının kanlı fiyaskosudur. Kısmen ordunun içinde başlatılan bu tartışmadan yeni bir savaş paradigması belirmiştir. Yirminci yüzyılın endüstriyel savaşlarının bir antitezi olan bu paradigma “halka içindeki savaş” olarak tanımlanır. Beklenmedik bir “askeri hümanizm”e ilham veren bu kavram; onun anlamını kaynağına ve sermaye savaşlarının gerçek mıntıkasına teslim ederek ve bizim savaşlarımızın çoğulluğunda “halkın içindeki bu savaşı” tekrardan yazarak kendimizin kıldığımız kavramlardandır. Halk, her türlü isyan karşıtı operasyonun çalışmasının sergilendiği bir savaş meydanıdır. Bu operasyonlar “kanlı savaş” ve “kansız savaş”ların yeni kimliklerini taşıdıklarından ötürü, aynı zamanda ve ayırt edilemez biçimde, hem askeri hem de değildirler.
Fordizm’de, Devlet sadece Sermayenin değil, savaşın da yaygınlaşmasını ve yerli-yurtlaşmasını garanti altına alır. Küreselleşme, savaşı özgürleştirmeksizin sermayeyi devlet kontrolünden azade kılamaz ve sonuç olarak, sermaye düzlemine entegre ederek sürekliliğin üstün bir iktidarına erişir. Yersiz-yurtsuzlaştırılmış savaş; küresel iç savaşların inkarının ortak bir teşebbüsüyle “yönetişimselliği” açık bir şekilde yönetişim safına göndererek, bundan böyle Devlet(ler) arası bir savaş değil; halklara karşı çoklu savaşların kesintisiz bir devamlılığı olarak karşımıza çıkar. Neyin yönetildiği ve yönetime neyin izin verdiği, biyopolitikanın sahici içeriği düzeyinde savaşları halkın kalbinde tasavvur eden bölüşümlerdir. Savaşın biyopolitik yönetişimi farklılık gösteren istikrarsızlığın dağılımı ve “gündelik hayatın” normu… Ki bu 1970-1980 arasındaki College de France’daki o ünlü derste, biyopolitikanın liberal doğuşuna Büyük Anlatı’nın tam zıttıdır.
23.Borç ekonomisi, ayrımlar üzerinde durarak, her bir kapitalist toplumun kutuplaşmasını kışkırtarak, “küresel iç savaş”ı (Schmitt, Arendt) birbirine bağlantılı iç savaşlara dönüştürür: Sınıf savaşları, “azınlıklar”a yönelik yeni sömürgeci savaşlar, kadınlara karşı savaşlar, öznellik savaşları. Bu iç savaşların matrisi sömürge savaşıdır. Sömürge savaşı hiçbir zaman devletler arasında bir savaş olmamış; fakat özünde, savaş ve barış, savaşçılar ve siviller- ekonomi, siyaset ve ordu arasındaki ayrımların hiçbir zaman işletilmediği, halk arasında ve halka karşı bir savaştır. Neo-liberalizm muharebesi adına 1970’li yıllardan itibaren başlatılan finansal sermaye savaşı kendine halklar arasındaki ve halklara karşı bu sömürge savaşını model alır. Neoliberal savaş hem fraktal biçimindedir hem de çaprazlamasına kesen bir niteliktedir: fraktal biçimindedir çünkü sürekli ölçek değişimleriyle süresiz olarak farksızlaşma[8] üretir (“düzensizliği” ve devreye soktuğu “çatlaklar”, gerçekliğin farklı ölçeklerinde iş görmektedir); ve çaprazlamasına keser çünkü eş zamanlı olarak makro-siyasi (belli başlı bütün ikili karşıtlıklar —toplumsal sınıflar, beyazlar ve beyaz olmayanlar, erkekler ve kadınlar— üzerinde oynayarak) ve mikro-siyasi (en üst etkileşimleri ayrıcalıklı kılan moleküler “mühendislik” aracılığıyla) düzeylerde işe koşulur. Neoliberal savaş, aynı zamanda Küresel Güney ve Kuzey’deki sivil ve askeri düzeyleri, herkesin (ya da neredeyse herkesin) Güney’ini ve Kuzey’ini birbirine bağlar. Bu nedenle, ilk belirleyici karakteristiği düzensiz savaştan daha az ayrım gözetmiyor oluşudur.
Sermayenin, 1970’lerin başında devleti, savaşı, bilim ve teknolojiyi birbirine mutlak surette entegre eden savaş makinesi, çağdaş küreselleşmenin stratejisini açıkça ilan eder: İktidar mücadelesinin gerçeklik koşullarının dayattığı her yerde, eldeki bütün araçlarla saldırarak —Lord Beveridge’in 1944’de yayınlanan Full Employment in a Free Society [Özgür Bir Toplumda Herkese İş] manifestosuna göre— tam da sermayeyi yeniden biçimlendirmenin kısa tarihine son vermek. “Piyasaya” bilgi işleme’nin insan üstü nitelikleri verilirmiş gibi görünmekle neoliberal siyasal proje şeytani bir yaratıcılık sahneler: nihai yapay-canlı (cyborg) olarak “piyasa”.
24.2008’deki finansal krizle başlayan neo-faşizmlerin yeni keşfedilen tutarlılığı, kitleler arasında yürütülen savaşlar açısından bir dönüm noktasını temsil eder. Hem fraktal biçimli hem de çapraz kesen boyutlarıyla, bu neo-faşizmlerin boyutları bölme ve kutuplaştırma konusunda yeni ve ürkütücü bir geçerlilik halini alır. Yeni faşizmler “savaş makinesi”nin bütün kaynaklarına meydan okur. Çünkü, eğer “savaş makinesi” ille de devlet ile özdeşleştirilmiyorsa, sermayenin denetiminden de sıyrılabilir. Sermayenin savaş makinesi, “kapsayıcı” bir mülkiyet ve zenginlik farklılaşması yoluyla yönetirken, yeni faşist savaş makineleri; ırk, cinsiyet ve ulusal kimliğe dayalı dışlamayla çalışır. İki mantık bağdaşmaz gibi görünmektedir. Gerçekte ise, bu iki mantık zora dayalı küresel akış zamanında, ekonomik ve politik olağanüstü hal yerleştikçe kaçınılmaz olarak birbirlerine yaklaşırlar (bkz. “ulusal öncelik”).
Eğer kapitalist makine yeni faşizmlerden sakınmaya devam ederse, bu onun demokratik ilkelerinden (Sermaye ontolojik olarak anti-demokratiktir!) ya da hukukun üstünlüğünden ötürü değil; fakat, Nazizm’de olduğu gibi, post-faşizm, Sermayenin savaş makinesinden “özerkliği”ni isteyip onun kontrolünden kaçabileceği içindir. İslami faşizmlerde olup biten de tam olarak aynı şey değil midir? ABD tarafından eğitilip, silahlandırılıp finanse edildikten sonra, silahlarını kendilerini kullanan süper güce ve onun müttefiklerine yönelttiler. Batı’dan Hilafet’in topraklarına ve sonra tekrar Batı’ya,, her türden neo-Nazi (hareketi) bütün kapitalist “yıkım yordamını”nın intihara meyilli özneleşmesini temsil eder. Bu aynı zamanda bastırılmış sömürgenin geri dönüşü filminin son sahnesidir: Yeni nesil cihatçılar (nesil 2.0) Batı şehirlerine en içteki düşmanlarıymışcasına musallat oluyorlar. İç sömürgeleştirme, kapitalizmin kitleler üzerindeki en yoğun tahakkümünün yaygın “mahalli” şiddetinin genelleşmiş halidir. Neo-faşizm ile savaş makineleri arasındaki yakınlaşma veya ayrıksılaşmaya gelirsek; bu süreç şu anda devam eden iç savaşların evrimine ve gelecek devrimci sürecin özel mülkiyete ve daha genel olarak sermaye iktidarına yönelebilme risklerine bağlıdır.
25.Sermaye ve kapitalizmin bir sisteme ya da bir yapıya, ekonominin ise içe-dönük devrelere; sınıf, ırk, cinsiyet ve öznellik savaşlarına indirgenmesine karşı çıkmak, aynı zamanda bilim ve teknolojideki bütün özerklik ilkelerine, tarihin ilerici hareketi fikriyle biçim verilen her türlü “karmaşıklık” ya da özgürleşmeye giden yola da meydan okumaktır.
Savaşlar, (piyasanın) bütün öz-düzenleme mekanizmalarını ya da ters tepki yoluyla bütün düzenlemelerini işlemez hale getirerek sürekli olarak açık stratejik ilişkilerin içerisine çatışmanın belirsizliğini enjekte eder (“insan-makine sistemleri” “karmaşıklıklarını” geleceğe taşırlar). Savaşın stratejik “açıklığı”, savaşta/savaştan doğmamış olan sibernetiğin sistematik açıklığından kökten farklıdır. Sermaye, yapı ya da sistem değildir; sermaye sadece ekonomi, siyaset, teknoloji, devlet, medya vd. stratejik ilişkilerle enforme edilen eklemlenmelerin “makinesi” ve savaş makinesidir. Genel Zeka’nın Marksist tanımında bilim, teknoloji ve iletişimi kendi işleyişine entegre eden savaş makinesi, hemen hemen hiç inandırıcı olmayan “sermayenin komünizmi” adına ilginç biçimde görmezden gelinir.
26.Sermaye üretim yordamı olduğu kadar aynı zamanda bir yıkım yordamıdır da. Sınırlarını yeniden yaratmak için sürekli hareketli hale getiren sonsuz birikim, aynı zamanda sınırsız ve yaygın yıkımdır. Üretkenlikteki kazançlar ve yıkıcı kazançlar paralel ilerlemektedir. Bu kazançlar kendilerini tüm veçheleriyle yaşadığımız ve bizi yaşatan çevrelerin, insanların ve onların artan ihtiyaçlarıyla yıkılmadığı, tersine bu yıkımının kaynağının Sermaye kaynaklı oluşunda ortaya koyar ki; bilim insanları bu yıkımları nitelendirmek için “Sermaye kökenli” yerine “insan kökenli” kavramını tercih ederler. “Ekolojik kriz”, teknolojik gelişimin olumsuz etkilerine gözlerini kapamış bir modernite ve insanlığın sonucu değil; bazı insanların tüm insani ve insan dışı kaynakları sınırsız sömürmeye dayalı küresel jeopolitik bir strateji aracılığıyla diğer insanlar üzerinde mutlak egemenlik uygulama “isteğinin meyvesi”dir.
Kapitalizm, yalnızca bizi “insan olmanın utancıyla” yüz yüze bırakan, insanlık tarihinin en ölümcül uygarlığı değildir; aynı zamanda, yarattığı emek, bilim ve teknoloji aracılığıyla içinde bulunduğu gezegenle birlikte tüm türlerin mutlak imhası olasılığını da yaratan bir uygarlıktır. Bu esnada “doğa”yı kurtarmanın “karmaşıklığı” yine de tekno jeo-mühendislik ütopyası ile yeni piyasaların “kirletme haklarının” gerçekliğini kaynaştırarak önemli kar ihtimalleri sunar. Birbirleriyle kesiştikleri noktada Sermaye kökenli yıkım Ay’a göndermez (oraya gidip gelmiştir) troposferden hak iddia ederek gezegenin küresel ticarileştirmesini tamamlar.
27.Sermayenin mantığı, sonsuz bir değer biçme lojistiğidir. İktidarın sadece iktisadi olmayan birikimini ima eder ve bu, şu basit nedene dayanır: Mücadele halindeki sınıfların güçlü ve zayıf noktalarının bilgisi ile stratejik gücü, bu mantığı karmaşıklaştırır. Zaten sermayenin mantığı, bu bilgi ve gücü işlettiği gibi aynı zamanda bunlar da, onunla birlikte kesintisiz açıklamalarını bulurlar. Foucault, Marksistler’in “mücadele” kavramını hiçe sayarak dikkatlerini “sınıf” kavramına yönelttiklerini söyler. Böylelikle, strateji bilgisinin içi boşaltılır, yerini alternatif bir barıştırma (pasifize etme) girişimi alır (Tronti bunun en epik yorumunu sunar). Kim güçlü, kim zayıftır? Güçlü nasıl zayıf hale gelmiştir, ve neden zayıf olan güçlü olmuştur? İnsan nasıl güçlenir ve ötekini sömürüp, kendine tabi kılmak için onu nasıl zayıf kılar? Fransız Nietzscheciliği’nin anti kapitalist yolunu izlemeyi ve yeniden icat etmeyi öneriyoruz.
28.Sermaye, topyekun savaşlardan ve 1968 olarak tarihlendirdiğimiz küresel devrimle çatışmadan zaferle çıktı. O zamandan bu yana, iktidarın ilk işlevinin iç savaşların anısını bile silerek (yakıp yıkılan yeryüzünün politikası; barıştırma, pasifize etmedir) onların varlığını yadsımak olduğunu doğrulayan kendinden soğutmalı motorunu mükemmelleştirerek zaferden zafere koştu. Burada tam da Walter Benjamin, bize şunu hatırlatır: Galiplerin egemenliklerini elde ettikleri zafer ve yenilgilerin hafızasını yeniden canlandıracak olan ancak “mağluplar”dır. Sorun şudur: 68’in “mağlupları”, “otonom parti” diyalektiğinin başarısızlığıyla damgalanan “Sıcak Sonbahar”ın sonunda ihtiyar Leninist pire için iç savaşların yorganını da yakmıştır. “Kapitalizmin halkı”nın (Halkların Kapitalizmi -Amerika işte budur!) zaferini temin eden ikinci bir Soğuk Savaş’ın eşiğinde “kış yılları”na giriş, Tarihin Sonu, “hiç gerçekleşmemiş” bir Körfez Savaşı’yla duraksamadan bayrağı devralacaktır. Tabii ki, istisnalarla: Yeni savaşları, devrimci makineleri ya da başkalaşmış militanların takım yıldızlarını (Chiapas, Birmingham, Seattle, Washington, Cenova …) ve yeni yenilgileri bir yana koymak gerekir. Yeni kuşak yazarlar “kayıp halk”ın uykusuzluk çekmeyi düşlediğini ve tamamlanmamış süreçlerin aksi gibi dostlarına mahsus olduğunu ifade eder.
29.Düşmanlarımıza hitap ederken, kısa keseceğiz. Çünkü bu metnin ekonomi ve onun “demokrasisi” altında, teknolojik devrimlerin ve Genel Zeka’nın “kitlesel entelektüelliği”nin arkasında, tüm farklılıklarıyla şu anda devam eden gerçek savaşların “gürleyen sesi”ni duyurmaktan başka bir gayesi yoktur. Çifte özne olan “kitleleri ya da akışları”, yeni olanaklarla göreve çağırmak üzere, oluşturulması değil bozulup yeniden kurulması gereken bir çokluktur bu. Savaşa tabi olan iktidar ilişkileri tarafında ve/veya “başkalaşımları, yersiz yurtsuzlaşmaları, bağlantıları, çökeltileriyle” beraber onları savaşların öznelerinin safına yöneltebilen stratejik ilişkiler tarafında… Kısacası, neoliberalizm ve sermayenin hususi idaresi olarak ekonominin mutlak önceliği adıyla yürütülen iç savaşa denk kolektif bir savaş makinesi düşünüp kurabilmekten aciz kalsak bile; mesele, bize miras aldığımız 68 düşüncesinin mağlubiyeti gibi görünen şeyden dersler çıkarmaktır. Her şey sanki 68 her şeyi düşünmekten acizmiş gibi gerçekleşir, yenilgisi değil de (Yeni Filozoflardan beri bu konuda uzmanlar vardır), sürekli bir yıkımla onun ısrarcılığını kıran ihtilaflı nedenler dizisi “direniş” mücadelelerinin mevcut eylemliğine oturtulur.
30.Mesele direnişe son vermek falan değildir, böyle bir şey söz konusu bile değildir. Mesele, olup biten karşısında basiretsiz kalan stratejik bir söylemle tatmin olan bir “teoriciliği” terk etme sorunudur. Çünkü; eğer İktidar dispozitifleri, stratejik ilişkiler ve gerçekleşen savaşlara rağmen kurucuysa bunlara “direniş”ler dışında bir şey karşı koyamaz. Bunun başarısını zaten biliyoruz. Graecia docet (Yunanistan öğretir)..
Çeviri: Köstebek Çeviri Kollektifi
[1] Bu metin, Ağustos 2017’de Semiotext’ten çıkacak olan, Ames Hodges tarafından Fransızca’dan tercüme edilen Maurizio Lazzarato ve Éric Alliez’in ‘War and Capital’ kitabının girişidir.
[2] Qiao Liang and Wang Xiangsui, Unrestricted Warfare: China’s Master Plan to Destroy America (Los Angeles: Pan American Publishing, 2002), 190.
[3] Philip Pullella and Wiktor Szary, “Pope says Europe attacks show ‘world at war,’ religion not to blame,” Reuters, July 27, 2016
[4] “Kadınlara karşı savaş”, “cinsiyet savaşı” ve “toplumsal cinsiyet savaşı” birbirinin yerine kullanıyoruz. Feminizmle çakışan tartışmalara girilmeden, “kadın”, “cins” ve “cinsiyet” kavramları (“ırk” gibi) herhangi bir özcülüğe değinmeksizin, heteroseksüelliğin ve ataerkilliklerin toplumsal normlarının olarak çekirdek ailenin temeli olan doğurma, cinsellik, nüfusun yeniden üretiminin politik inşasına atıfta bulunur Kadınları, özneleştirildiği, tahakküm ve sömürüye süreçlerine maruz bırakmak için sürdürülen sürekli bir savaştır.
[5] Fransızca’dan çeviri bana aittir (İngilizceye çevirenin notu).
[6] Martin Heidegger, The End of Philosophy, trans. Joan Stambaugh (Chicago: University of Chicago Press, 2003), 104–05.
[7] Gilles Deleuze and Félix Guattari, A Thousand Plateaus, trans. Brian Massumi (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1987), 467.
[8] çev.notu: fraktal, kaos kuramıyla bağlantılı. burada sürekli değişime rağmen değişmezi anlatıyor. “çünkü değişen ölçeklerde bile sonsuzca değişmezini (…) üretir”