Lenin’in doğumunun 150. yılı dolayısıyla Köstebek Kolektif olarak yayına hazırladığımız, Alan Shandro’nun Lenin ve Hegemonya Mantığı kitabından bir bölümünü okuyucularımızla paylaşıyoruz. Doğumunu sevinçle kutluyoruz.
Hegemonya Mücadelesinde Teori ve Pratik
Bu siyasal–stratejik mantığı köylülerin ve işçilerin kendiliğinden devrimci hareketlerinin analizine uygulayan Lenin, proletarya hegemonyası projesine daha somut bir yönelim kazandırabildi. Devrimden önce, hegemonya uygulamasını bir halk kürsüsüne benzetme yoluyla karakterize etmişti; bu kürsünün işlevi, rejime karşı halkın tüm şikayetlerini eklemlemekti; bu evrensel rol korundu, ama bir yandan rakip bir burjuva hegemonyası projesinin tehdidi ve diğer yandan devrimci bir köylü hareketinin ortaya çıkışı, hegemonyanın işçi sınıfı ile köylülük arasında bir ittifak biçimini almasını gerektirdi. Proletarya hegemonyasının hedefinin artık sadece Rus toplumunun az veya çok kapsamlı burjuva–demokratik dönüşümü olarak soyut ve teleolojik terimlerle tasarlanması gerekmiyordu, ama köylü devrimi aracılığıyla, kapitalist toprak rantının çeşitli çıkarılma biçimleri ve böylelikle üretilen toplumsal ilişkilerle belirli ilişki içinde anlaşılabilirdi. Hegemonya daha önce bir tür genelleşmiş proletarya etkisi olarak rol oynuyordu, pratikte salt parti propagandasının yayılmasıyla karıştırılmaya eğilimliydi, ama proleter–köylü ittifakını ortaya koyabilecek ve devrimci devlet iktidarı uygulayabilecek bir kurumsal biçimin, sovyetin ortaya çıkmasıyla, hegemonya, işçi sınıfının kitle eylemini kapsıyor olarak somut şekilde kavranabilirdi.
Lenin’in siyasal analizlerinde iş başında olan siyasal–stratejik mantık, sınıf mücadelesindeki konjonktürel değişimlere karşı alıcı olmayı dikte ediyordu. Bu, onun teorik duruşuna bir düşünümsellik derecesi kattı, kendiliğinden kitle hareketlerinin pratik deneyimini, Marksist teorinin boşlukları ile bağlantılandırmasını sağladı. Menşevik hegemonya nosyonunun özünü oluşturan proleter öz–etkinlik fikri çok başka bir anlamda uyarlanabilirdi. Herhangi bir durumun sınırlarına uygun olarak, sınıf mücadelesinin koşullarındaki değişimlere göre kendini farklı şekilde ortaya koydu. Fakat hangi biçimi alırsa alsın, işçi sınıfının öz–etkinliği her zaman Bolşevizmin hegemonik yönelimine karşıtlık içinde ileri sürüldüğünden ve bu nedenle asla hegemonya mücadelesinin stratejik mantığı ile ilgili olarak kavranmadığından, onu tanımlayan şey sosyalist amacı önceden göstermesi, onu niyetin içinde kapsamasıydı. Bu anlamda teori ile gerçeklik arasında hiçbir mesafe, hiçbir teorik boşluk yoktu, ama aynı zamanda teorik gelişme olasılığı da yoktu. Verili duruma uygun öz–etkinlik biçimi, kendiliğinden, ad hoc şekilde [doğaçlama] gelişmek zorunda kalacaktı. Proleter öz–etkinlik çağrısı, devrimin yenilgisinin dayattığı mücadele alanına uyarlanacaktı; Menşevikler, bu alanın sınırlarına itiraz etmek yerine, illegal parti aygıtının kullanılmamasına ve bozulmasına izin verecekti. Lenin’in stratejik haritasında Menşevizm uzun zamandır liberal burjuvazinin hegemonya kanalı rolünü oynamıştı – ama bunun, burjuva–demokratik devrimde proletarya hegemonyası projesinin terk edilmesi anlamına geldiğini öne sürmekteydi. Menşevikler hegemonya dilini giderek daha fazla terk edecekti. Fakat Lenin’in kullanacağı şekliyle hegemonya kavramını hiç kullanmadılar, dolayısıyla da terk etmiş olamayacaklardı.
Sovyetlerin kurulmasına dair Menşevik duruş, on sekizinci yüzyıl kimyacıları Joseph Priestley ve Carl Wilhelm Scheele ile bir karşılaştırmaya davetiye çıkarıyor. Deneysel olarak oksijen üreten ilk insanlar olsalar da, başarılarını bilimsel açıdan kavrayamadılar. Yanmayı oksijen tüketimiyle değil mutlak bir yanıcının –filojiston– açığa çıkışıyla açıklayan yaygın teorinin kategorilerinin tutsağıydılar; Scheele bu ürüne ‘ateş–hava’, Priestley ise ‘filojistondan arındırılmış hava’ adını verdi. Meslektaşlarının ürettiği deneysel kanıtları kullanarak, eski teorinin terimlerini eleştirme ve yeni bir kavramsal aygıtı geliştirme, ‘ateş–hava’yı yeni bir kimyasal element olarak tanımlama ve oksijenin bilimsel keşfini gerçekleştirme işi Antoine Lavoisier’e düştü. Benzer şekilde, Menşevikler sovyetlerin kuruluşunda yer almış olsalar da, bunları teorik olarak sadece işçi sınıfının öz–etkinlik aracılığıyla siyasal eğitimi için bir bir forum olarak konumlandırabildiler. Sovyetleri hegemonya mücadelesinin siyasal–stratejik mantığı bağlamına oturtan Lenin, onların öz–etkinliğinin neyi içerdiğini belirleyebildi, böylelikle belki de Menşeviklerin Priestley’i karşısında Lavoisier rolünü oynadı; bunların devrimci yerel öz–yönetim biçimleri olarak nitelenmelerini eleştirebiliyor ve bunların içinde devrimci demokratların bir ittifakının somutlaşma ve dolayısıyla devlet iktidarını alma kapasitesini ayırt edebiliyordu.[1]
Köylü hareketinin ve özellikle de kendiliğinden işçi sınıfı hareketi tarafından sovyetlerin kurulmasının analizleri aracılığıyla, Ne Yapmalı?’da işlenen kendiliğindenlik ve bilinç mantığı genişletilmiş ve böylelikle düzeltilmişti. Kendiliğinden hareketlerin ‘bilinci’ sadece öngörmekle kalmayıp aynı zamanda ona meydan okuyan yollardan yenilik yaptığının tanınması, Marksist teorinin kendisini siyasal mücadelenin mantığı içinde yerleştirdi. Bilinçle çelişkili ilişkisi yoluyla tanımlandığında, kendiliğinden yenilik bilincin yeniden öne sürülmesini değil, düzeltilmesini ve gelişmesini gerektiriyordu. Kendiliğinden işçi sınıfı hareketine bilinç aktarma ihtiyacına rağmen değil, tam da bu nedenle, bunun tersi, kendiliğinden hareketin yenilikçi kapasitesini bilince aktarma ihtiyacı tanınabilirdi. Bu çelişkili ilişki, Lenin’in somut durumun somut analizi üzerindeki ısrarının bağlamını oluşturur:
Tüm soyut formüllere ve tüm öğretisel reçetelere kesinlikle karşı olan Marksizm, gelişen kitle mücadelesine karşı dikkatli bir tutum talep eder; hareket geliştikçe, kitlelerin sınıf bilinci arttıkça, ekonomik ve siyasal krizler akut hale geldikçe, bu mücadele sürekli olarak yeni ve daha çeşitli savunma ve saldırı yöntemlerine yol açar … Marksizm hiçbir koşul altında kendisini sadece verili bir andaki olası ve mevcut mücadele biçimleriyle sınırlandırmaz; verili dönemdeki katılımcıların bilmediği yeni mücadele biçimlerinin, verili toplumsal durum değiştikçe kaçınılmaz olarak ortaya çıktığını kabul eder. Bu bakımdan Marksizm, deyim uygunsa, kitle pratiğinden öğrenir … Verili hareketin gelişiminin verili aşamasındaki somut durumunun ayrıntılı bir incelemesi yapılmaksızın belirli bir mücadele aracının kullanılıp kullanılmayacağı sorusuna evet veya hayır yanıtı vermeye kalkışmak, Marksizmi tamamen terk etmek anlamına gelir.[2]
Mücadelenin koşulları, hegemonik olsa bile herhangi bir siyasal aktörün buyruklarından bağımsız olarak değişir. Bugün kurulan bir pozisyon, bir hasmın stratejik hesaplarına, kişinin kendi eylemlerinin öngörülemeyen sonuçlarına veya kendiliğinden yeniliklerin mantığına uygun olarak yarın daima dönüştürülebilir. Dolayısıyla hegemonik bir proje, siyasal mücadelenin değişen konjonktürlerine uyum sağlama yeteneğini gerektirir. Bir hegemonya siyaseti, somut konjonktürle bağlantı kurmak için, değişimi sürükleyen ve buna direnç gösteren temeldeki yapılara dair farkındalığı, toplumsal ve siyasal yeniliğin farklı alanlarına ve kaynaklarına ve biçimlerine açıklıkla birleştirmelidir. Böyle bir siyaset öncü ile kitleler arasında diyalektik bir ilişki tanımlar ve bu ilişkinin mantığı, teori ile pratiğin ilişkisini şekillendirmelidir. Lenin teoriyi sınıf mücadelelerinin ortasında bu şekilde yeniden düzenleyebildiği ölçüde, bunun zorunlu olarak konumlandırılmış ve dolayısıyla sınırlı karakterini pratikte kabul etti; teorinin bu şekilde konumlandırılmış olması, ortodoks Marksizmin soyut uyumlarına eleştirel bir mesafeyi temsil ediyordu ve böylece bunun sınırlarını deşme ve böylelikle de ileri itme işini kolaylaştırdı. Ve eğer teorinin gerçekten de sınıf mücadelesi ile ilişkili olarak konumlandırılması gerekiyorsa, bu ileri itme işi de hegemonya mücadelesinin bir başka yönü olarak uygun şekilde anlaşılır.
[1] Oksijen/filojiston analojisi, Engels’in verdiği örnek (‘Önsöz’ Marx 1885, s. 5–16) ve bu benzetmeye Marx’ın değer kavramı ile bunun Ricardocu önceli arasındaki ilişkiyi aydınlatmak için başvuran Althusser (1970c, s. 149–57) tarafından anımsatılmıştır.
[2] Lenin 1906f, s. 213–14.