Deprecated: Redux::setHelpTab ilevi, Redux 4.3 sürümünden bu yana kullanımdan kaldırılmıştır. Bunun yerine Redux::set_help_tab( $opt_name, $tab ) kullanın. in /var/www/vhosts/kostebek-kolektif.org/httpdocs/wp-includes/functions.php on line 5453

Deprecated: Redux::setHelpSidebar ilevi, Redux 4.3 sürümünden bu yana kullanımdan kaldırılmıştır. Bunun yerine Redux::set_help_sidebar( $opt_name, $content ) kullanın. in /var/www/vhosts/kostebek-kolektif.org/httpdocs/wp-includes/functions.php on line 5453
Sınıf Çözümlemelerinin Med Cezirleri, Marks, Weber ve Ötesi-Özgür Narin - Köstebek Kolektif

Sınıf Çözümlemelerinin Med Cezirleri, Marks, Weber ve Ötesi-Özgür Narin

In Açık Seçki, Alet Çantası, Diyalektik, Kapitalizm, Proleterya

 

Giriş: Yakın Dönemin Med Cezirleri[1] [2]

Zaman çok şeyi değiştiriyor. Peki zaman, insanın ve toplumun dışında bir şey mi? Yani toplum kendisi, kendi iç bağıntıları, çelişkileri ile devinirken, değişirken, kendi zamanını da kurarak mı değişiyor, yoksa zaman, dışsal bir şekilde, saatin tik taklarıyla, seyirci kaldığımız bir akış içinde “öylece” mi değişiyor?

Bundan yirmi beş yıl önce, yani 1980’lerde bu topraklarda “elveda proletarya” sözlerinin arkasındaki kuramsal dalga ile yürütülen tartışma gündemi belirliyordu. Tartışılan soru şöyleydi: Sınıflar öldü mü, yoksa “sınıftan kaçış”ın kuramsal zemini mi hazırlanıyor? Verilen yanıta göre, sınıfların yerine kimlikleri, farklı eşitsizlik biçimlerini koyanlar bir yanda, sınıf merkezli çözümlemede ısrar ederken, kuramsal düzeyde sınıf kavramını yeniden üretmeye çalışanlar diğer yanda toplanıyordu. Sanki yaşadığımız topraklardaki sınıf çözümlemeleri, dünya çapında yaşanan sınıf merkezli çözümlemenin gelgitlerinden payına düşeni kendi tarihsel ölçeğinde alıyordu; öte yandan sınıflara henüz o zamanlarda veda edenler, kimlik politikalarını, sivil toplum kavramlarını kullananlar, bu gelgitin dışını, kumsalı oluşturuyorlardı. Elbette ki, her med ve cezirde, kumsaldan bir şeyler yittiği gibi, gelgitin taşıdıklarından bir kısmı da kumsalda kalır…

Bundan sonraki on yıllık süreyi belirleyen, bu tartışmadan arta kalanlar oldu: Bir yanda sivil toplum tartışmalarının ardından gelen demokrasi, çoğulculuk, dar anlamıyla sanayi işçisinin yerini genişleyen hizmet sektörüne, “beyaz yakalı”lara bıraktığı yönündeki düşünceler, kimlik ve farklı eşitsizlikler, ayrımcılık üzerinden yürüyen tartışmalar vardı. Diğer yanda ise hizmet sektöründe çalışanların işçi sınıfına dahil edilip edilmeyeceği üzerine anlamlı ve önemli bir tartışma oldu.

Günümüze kadar gelen son on yılın yükselen tartışması ise bir yanda “bilgi toplumu”, “iletişim toplumu” söylemleri çerçevesinde toplumsal kimlikler, baskı grupları, sivil toplum grupları, “tüketim endeksinde yer sahibi” orta sınıflar, “insan sermayesi” ile donanmış “insan kaynakları” üzerine idi. Diğer yanda ise tüm yelpazesiyle kentli sınıfları, işsizleri, kır ve kent yoksullarını sınıfsal çözümlemeyle tanımlamaya, uluslararası sermayenin dolaysız müdahaleleri ve uluslararası işbölümü ile üretimin değişiminde ortaya çıkan yeni sınıf görünümlerini açıklamaya dönük tartışmalar vardı.

Sözünü ettiğim ilk on yılı belirleyen, dünya üzerinde gerçekleşen ve etkileri bu topraklara kadar yansıyan iki dalga ile bir darbedir. ‘70’lerin kapitalist krizi sonrası yükselen toplumsal hareketliliğin giderek sönümlenen dalgaları (ki bu bundan sonraki on yılları da, sınıf yapısının değişimi bağlamında belirliyor) , ‘80’lerdeki SSCB’nin yıkılmasının bir süreç olarak yarattığı ters dalga ile 12 Eylül darbesi.

İkinci on yılın öncesini ve sonrasındaki tartışmaları belirleyen önemli etkenlerden birisi ise 1989 “Bahar”ı olarak adlandırılan işçi grevleri dalgasıdır. 1994 krizi, finansal yeniden yapılanma ve artan iç göç de diğer önemli etkenler arasında sayılmalıdır. Öte yandan üçüncü on yılın toplumsal zemini, tarımda ve kırsal yapıda artan çöküş, yeni iş yasaları ile birlikte, süregelmekte olan enformelleşme sürecinin yasalaştırılmasında ifadesini bulan en alttan başlamak üzere her düzeydeki işçi (nitelikli niteliksiz, işli, işsiz) için önceki süregiden toplumsal, kültürel ve üretim ile ilişkili konumunda çözülme ve yeniden birleşme ile belirleniyor.

Bu tarihsel hatırlatma, hem sınıf tartışmalarının güncelliğini anlatıyor hem de sınıf çözümlemelerinin kendisini de tarihselleştirerek değerlendirmemiz gerektiğini vurguluyor. Örneğin, ikinci on yılın yani ‘90’ların sonu, 2000’in başları, bankacılık sektöründe çalışanların hızlı bir yükselişi ve düşüşüne tanıklık etti. Kentli sınıfların yelpazesindeki bu değişim, kendisini iyice görünür kıldı. Bu, zamanın öylece akıp gitmesiyle önümüze gelen bir sorun değil, bizzat sermaye birikiminin, sınıf mücadelesinin devindirdiği toplumsal ilişkilerin yarattığı bir sorun idi. İç göçün yarattığı kentlerin kenar mahallelerinde biriken yoksullar, artan güvencesiz ve sigortasız, düzensiz işlerde çalıştırma, enformelleşme, işçi sınıfının yapısını, işsizleri sorun olarak sınıf çözümlemesinin gündemine taşıdı. Özellikle kentli sınıfların yelpazesindeki genişlemeyi, hizmet sektöründe çalışanların konumunu incelerken, sınıf kuramını geliştirme, sınıf çözümlemelerinin kapsamını genişletme çabası içinde, dünya üzerinde sınıf üzerine çalışanların sınıflaşma ölçütlerine, sınıf kuramlarına bakıldı. Bu durum şu soruları doğurdu: Örneğin, hizmet sektöründeki bir ücretlinin, beceri, nitelik bakımından üstün olması, yüksek nitelikli olması, (mühendis vb. olması) sınıflaşma açısından yeni bir ölçüt sunar mı? Ya da belirli “örgütsel vasıflara” sahip olması, yani işin örgütlenmesini denetleyebilme özelliklerine sahip olması, yeni bir sınıflaşma ölçütü sunar mı? Denetleyebilme, kontrol edebilme bir ölçüt müdür? İşte sınıf çözümlemelerindeki tüm bu yeni ölçütlerin, yeni kuramlaştırma çabalarının bir kökeni var. Üstelik bu çabaların bir de tarihi var. Bu tarih kronolojik bir çizelge değil sadece… Esas olarak, sınıf çözümlemelerinin kendisi de bu tarih tarafından, yani toplumsal ilişkilerdeki değişim tarafından etkilenmiş, belirlenmiş durumdadır.

Bu nedenle özellikle sınıf kavramının en başta Marks’ta olmak üzere, Weber’deki temellerini hatırlamak/hatırlatmak, bu temellerin daha sonraki sınıf tartışmalarına taşınan öncüllerini anlamak sadece yararlı değildir; bu yeni sınıf çözümlemelerinde yüklü olan geçmişi, geçmişin birikimini de sağlıklı bir biçimde değerlendirmek ve kavramak için gereklidir. Özellikle Marks ve Weber’deki sınıf kavramı ile bu kavramların iki ana akımda kabaca nasıl şekillendiğinde dair başlangıç niteliğindeki bu gözlemler umarım bugünkü sınıf kavrayışının, toplumsal inceleme alanını kaplayan hâkim sınıf anlayışının geçmişine dönük bir ipucu verir, ya da bunun için bir basamak oluşturur.

Bu çalışmanın temel önermesi, kapitalist meta üretimi ve artı-değer sızdırma mekanizmasının toplumsal ilişkilerin üzerine örttüğü örtünün altında kalan sınıfların, sosyolojik bir tasnif aracı olmaktan öte anlamlar taşıdıklarını göstermektedir. Burada bir ayrım koymak gerekir. Anlamak için bütünü parçalara ayırmak zorunludur. Zaten her anlama süreci, parçaları algılayarak başlar. Anlama, en yalın ve ilk haliyle sınıflar, karşılaştırır. Her sınıf analizi, sınıflar; belirli ölçülere göre değerlendirir. Peki ama bu sınıflar gökten zembille mi düşmüşlerdir? Nasıl ortaya çıkmışlardır? Onları ortaya çıkartan, varlıklarını belirleyen ilişkiler, sınıfları sınıf yapan ölçüleri belirleyen ilişkiler değiller midir? Önemli olan sınıf analizinin dayandığı sınıf teorisinin içeriğidir. Eğer bu teori, sınıfları üreten sürecin tarihselliğini ve geçiciliğini anlamlandıramıyorsa, yani bizzat bu sınıfların kendilerini üreten ilişkiyi açığa çıkartamıyorsa, bu teoriye dayanan sınıf analizi, eldeki analitik amaçlara göre belirli insan topluluklarını kümelendirmeye yarayacaktır. Örneğin tüketim profillerini belirleyen ilişkinin nedeni gelir dağılımı mıdır yoksa bu gelir dağılımını da belirleyen bir ilişki var mıdır? Birinci önermede kalan ve bunu toplumun bir arızası olarak gören sınıf teorisi, tüketim profilleri ile gelir dağılımları arasındaki ilişkiden bir ölçü çıkaracak, sınıf analizini buna göre yapacaktır. Sınıfları birer tasnif aracı olarak gören bu anlayış, derecelendirmeli sınıf çözümlemesini savunur.[3] İkincisi ise sınıfları sadece kendilerini belirleyen toplumsal yeniden üretim süreci tarafından belirlenmekle kalmayan, bu ilişkileri dönüştürme kapasitesine sahip bir toplumsal ilişki ve aynı zamanda dönüştürücü özne olarak anlayan yaklaşımdır.

Sınıfı dönüştürücü niteliğiyle kavramayan bir sınıf teorisine dayalı analiz, salt tasnif eder, toplumu kutucuklara ayırır. Sınıfları salt tasnif aracı olarak gören kavrayışın tarihsel gelişimine işaret etmek, sınıfları dönüştürücü nitelikleriyle kavrayan bir sınıf teorisine dayanan analizin önemini gösterecektir.

Bu yazı merkezine, bir toplumsal ilişki olarak sınıfı almakla kalmıyor. Kapitalist toplumda iki karşıt sınıf arasındaki mücadelenin toplumsal sistemi biçimlendirdiği yönündeki temel önermeyi tekrarlıyor; sınıf çözümlemesinin de sınıfları böyle karşıt ve diyalektik ilişki zemininde ele alması gerektiğini vurguluyor. Bunun için diyalektik karşıtlığa dair önce bir benzetmenin yardımını başvurayım. Benzetmenin taşıyabileceği tüm eksikliklere karşın, ana fikrinin derdimi anlattığını düşünüyorum. Onun için okurun, yazı boyunca sınıf kavramının belirli uğraklarda aldığı içerik ve biçimi değerlendirirken bu benzetmeyi göz önünde tutması yerinde olur.

Benzetme, “yaşamın siyah ve beyaz olmadığına” dair sürekli yinelenen söz ile ilgilidir. Sınıflar söz konusu olduğunda bu ses daha da yükselir. “Bir sürü tabaka ve katmanı, iki sınıfa, üstelik de iki karşıt sınıfa göre tanımlayamazsınız ki” denir. İlk etapta bu ifade doğru gibi görünür. Hiçbir kelime her şeyi açıklayabilme gücüne sahip değildir. Ancak bu yazı boyunca sınıf kavramı her şeyi, tüm toplumsal grupları, kendi başlarına tüm baskı ve ayrım biçimlerini açıklayan bir ölçü, bir kavram olarak kullanılmamaktadır; ama yazıda belirli bir toplumu (kapitalist toplum), özgül bir tarihsel süreç içinde belirleyen karşıt ve çelişik iki sınıftan bahsedilmektedir. Peki böyle bir kutuplaşma az şey mi yaratır? Renkler, gerçekte ak ve karadan, aydınlık (ışık) ve karanlıktan ötede mi dururlar, bu renkleri açıklamaya, ak ve kara gibi nitelikler, aydınlık karanlık gibi karşıtlıklar yetersiz mi kalır? Diyalektik, yaşamın tüm renkliliğini, “farklılıklar havuzu”nu ak ve karanın zincirlerine mi bağlamaya çalışmaktadır? İşte “yaşamda siyah ile beyazın arasındaki renklerin de olduğunu” söyleyenler açısından, burada bir şey unutulmaktadır; daha doğrusu, bilimde devrim niteliğindeki görüşlerden biri unutularak, geriye dönülmektedir.

Başına elma düşmeden önce Newton, o dönem Goethe’nin ve çok yönlü daha birçok düşünür ve yazarın ilgilendiği optik bilimi ile, yani ışık ile uğraşmaktaydı. Newton, ışıktaki farklı renklerin, yani renk tayfının bir prizmada kırılan beyaz ışıktan çıktığını deneyle gösterdi, ancak epey bir süre, zamanın bilim otoritelerini deneyle kanıtlanan bu gerçeğe ikna edemedi. Öyle ki, apaçık deneye ve Newton’un bundan çıkardığı kuramsal sonuca bilimler akademisi, zamanın en önemli bilim insanları uzun bir süre direndi; bu direnç o zaman kırılmış ve bu kuram, bilim tarihin önemli kuramları arasında yerini almıştı; ancak demek ki, “zaman değişiyor” ve tarih, unutturabiliyor. Bu deneyde, tüm renkler prizmadan geçen beyaz ışıktan çıkıyordu. Buradan türetilen ve bugünkü optik biliminin temeli olan bu kuram, rengi, farklı dalga boylarında ışık olarak tanımlar.

Diyalektiği, siyah ile beyaz; ak ile kara olarak karikatürleştirip, ona veryansın eden düşünüşün kökenleri, yine bir sınıfsal yenilgi ve yeniden yapılanma döneminde yatıyor. Oysa renk, aydınlık ile karanlığın, yani ışık ile karanlığın diyalektik birliğidir. Bir nitelik olarak ışığın varlığı ve yokluğu (aydınlık ile karanlık) bu niteliğin farklı niceliklerini (farklı dalga boylarındaki ışığı, yani renkleri) içinden türetebileceğimiz diyalektik süreci oluşturur ve bunu öncelerler. Ak ve kara, gerçekte sadece grinin tonlarını değil, ışık ve karanlık olarak tüm renkleri de yaratır.[4]

“Karanlığın sadece ışığın yokluğu olduğu yönündeki, epey bir ağırlığı olan düşünüşü (reflection) ve önemli bilgi parçasını sık sık önümüze sürülmüş olarak buluruz. Ampirik nesnelerin alanındaki bu keskin düşünüş (reflection) hakkında, karanlığın; ışığı renk olarak belirleyerek ve böylelikle ona görünürlük vererek, gerçekte kendisini ışıkta etkin olarak gösterdiğini ampirik olarak gözlemleyebiliriz. Zira daha önce söylediğimiz gibi, arı aydınlıkta da arı karanlık kadar az şey görünür” (Hegel, 1969:102).[5]

Öyleyse, aydınlık ve karanlığın diyalektik ilişkisinde olduğu gibi, karşıt sınıfların diyalektik ilişkisi

de epeyce çok şey açıklama gücüne sahip olmalıdır.[6]Kapitalist toplumdaki karşıt sınıf ilişkileri, farklı prizmalarda (farklı kültürel toplumsal ortamlarda, farklı ezme ve egemenlik biçimlerinde –patriyarkal, cinsiyetçi vb.) farklı renkleri, farklı sınıf tabakalarını pekâlâ yeniden üretebilir, kurumlaştırabilir. Bu sınıfların diyalektik karşıtlığının dışında bir şey değildir.[7]

Sokaklarda Dolaşan Sınıftan, “Veda Edilen” Sınıfa

Sınıfın neredeyse sokakta dolaştığı, gazete sayfalarında adlarının açıkça anıldığı zamanlardan[8] bugüne gelene kadar sınıf kavrayışı önemli değişikliklerden, tarihsel dönemeç ve kırılma noktalarından geçti. Başka bir yazıda vurguladığım[9] üç tarihsel dönüm noktasını kısaca tekrar hatırlatmakta ve sınıf tartışmalarının bu dönemeçlerde yaşadığı gelgitleri bu dönüm noktaları üzerinden değerlendirmekte yarar var.

Bunlardan ilki, Max Weber’in düşünsel dönemeci ile içinde yaşadığı tarihsel dönemdir. Weber’in sınıf ve statü çözümlemesini, ekonomik ve sosyal düzeni ayırarak yapması, dönemin temel belirleyenidir. İkincisi, iki dünya savaşı arasındaki kriz ile başlayan ve meyvelerini ikinci dünya savaşından sonraki on yıla damgasını vuran tartışmalarda gösteren, “yeni orta sınıf” tartışmalarıdır. Üçüncüsü ise ‘70’lerin kriz ortamında, ABD’nin “yeni ekonomik düzen” söyleminde simgelenen tarihsel evre ile başlayıp, SSCB’nin dağılması ve küreselleşme söyleminin yükseldiği evre ile biten dönemdir. Zira, sınıfların ortadan kalktığı, belirleyiciliklerini yitirip meydanı terk ettiği, kimlik siyaseti ile yeni eşitsizliklerin meydanı ele geçirdiği nidaları bu dönemde yükselmiştir. Elbette ki, bu sadece taslak bir döneme ayırmadır ve bu dönem aralarında kuşkusuz birçok ayrılma ve kırılma, tartışma noktalarında farklılıklar yaşanmıştır. Ancak sınıfların yeniden yapılandığı, sınıf tartışmalarının ise buna koşut olarak gelgitler yaşadığı bu üç dönemden her birinin kendisinden sonraki dönemler üzerinde önemli bir etkisi olmuştur.

Bu dönemeç noktalarından bugüne gelindiğinde, sınıf sıklıkla dönüştürücü bir özne olarak alınmamakta, nadiren sınıfların dikkate alındığı çözümlemeler de, sosyolojik bir tasnif, derleme aracına dönüşmektedir. Çözümleme düzeyinde sınıfların belirleyiciliğinin ortadan kalkmasında, verili yapıyı tarihsel değil, mutlak kabul eden araştırma yönteminin yaygınlaşmasında, bu üç tarihsel dönemin çok önemli etkileri olmalıdır. Sınıfların artık kabul edilen bir veri olarak sosyal araştırmanın içine girmesi, giderek dönüştürücü işlevinden çıkması, tasnif aracına dönüşmesi bu üç dönemde ayrı bir ivme ve biçim kazanmış, adeta her bir dönemde kendisini farklı bir düzeyde yeniden üretmiştir. Bunun için, sınıf kavramının içeriğindeki belli başlı değişimler hakkındaki kısa bir tarihsel ve kuşbakışı göz atışa geçmeden önce önemli gördüğüm bu üç tarihsel döneme değinmeye çalıştım.

Sınıf Analizinin Geçmişine Kuşbakışı Bir Göz Atış

Toplumsal gelişimi analiz etme ve izleme açısından sınıf analizinde tarihsel olarak ilk başvurulabilecek iki önemli uğrak Marks ile Weber’dir. Marks sınıf çatışmalarının en yoğun olduğu dönemde yaşamış, bu dönemde toplumun tarihinin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu söylemiştir[10].

MARKS’ın Ak ve Karası: Değeri Koruyup, Genişleten Sınıf ile El Koyan Sınıf

Sık sık söylenegeldiği gibi Marks’ta sistematik bir sınıf analizi yoktur[11]; ancak sınıf, Marks’ın kuramının merkezinde yer alır. Marks’ta sınıf, kapitalist üretim yordamının (mode of production -Produktionsweise) bir ürünü (nesnesi) olduğu kadar, bu üretim yordamını kuran bir öznedir aynı zamanda. Peki bu ifadenin kendisi –eğer bir kısır döngü değilse- bir döngüyü anlatmaz mı? Sınıfı anlamak için, Marks’ın kuramında döngülerin yani yeniden üretimin can alıcı önemini tekrar hatırlamamız gerekiyor.

“Argümanımızın döngüsel doğası, sermayenin tarihsel gelişimine karşılık gelir”

Marks, Kapital’e ek olarak yazılan ancak sonraki basımlarından çıkarılan “Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları” bölümünün henüz başında bir döngüden bahseder. Zenginliğin en basit ve temel öğesi olarak meta, Kapital’in incelemesinin ve sermayenin, başlangıç noktasını oluşturmuştur. Meta bir başlangıç ve sermayenin ortaya çıkması için bir önkoşuldur. Ancak Kapital’in sonuna gelindiğinde artık metalar, sermayenin bir ürünü olarak ortaya çıkarlar. Başlangıçta önkoşul olan, artık sonuçtur, bu sonuç yeni bir döngüye önkoşul olarak girecektir. Marks, özellikle vurgular:“Argümanımızın döngüsel doğası sermayenin tarihsel gelişimine karşılık gelir”(Marks, 1990: 949)[12] Meta biçiminin tüm dünya üzerine yayılabilmesinde, sadece metanın sermayenin ön koşulu olması rol oynamaz, sermayenin ürünü olarak meta bundan böyle sermayenin girdisi, ön koşulu olarak da yer almaya başlar. Önkoşullar, bir döngüyle sonuçlara dönüştürüldüğü gibi, bu sonuçlar yeni bir döngünün ön koşulu olmaktadır.

Bu, basit meta üretimi ve dolaşımı döngüsünün, kapitalist meta üretimi altında farklı bir düzeye (döngüye) sıçraması ve bunun sonucunda metanın evrensel bir biçime bürünmesini anlatır. Bu sıçrama noktasını, Rosdolsky, “Marks’ın Kapitali’nin Oluşumu” adlı kitabında sistemli ve çarpıcı bir biçimde tekrar sergiler (Rosdolsky, 1989: 189-191). Basit meta üretimi sonucunda, metalar, eşdeğerleriyle, bunları simgeleyen ve kendisi de bir meta olan para biçimi altında el değiştirirken, kapitalist meta üretiminde, can alıcı bir ayrım belirir. Diğer tüm meta mübadelelerinden apayrı bir niteliğe sahip bir mübadele, bu ayrımı yaratabilir. Sermaye ile bir meta olarak emek gücü, pazarda mübadele için karşı karşıya geldiklerinde, basit meta üretimini niteleyen basit meta dolaşımının niteliği sıçramalı bir biçimde değişir [13] Diğer tüm metalardan farklı olarak sadece emek gücü kendi değerini genişletme yetisine sahiptir ve bu sermayenin oluşumu, yani artı değerin birikimi için ön koşuldur. Kapitalizm, bu tip döngülerin, yani yeniden üretim çevrimlerinin bir bütünüdür. Örneğin, kapitalizmin erken aşamalarında henüz geçim araçları kısmen metalaşmamışken, emek gücünün ücreti farklıdır, ancak emek gücü metalaştığında, yani ücretli emekçi sadece üretim araçlarından değil, geçim araçlarından da koptuğunda, artık emek gücünün yeniden üretimi için gerekli metalar da tümüyle kapitalist üretim döngüsünün içine girerler. Üstelik bu “döngüsel doğa”, sürekli olarak eski döngünün çıktılarını, sonuçlarını kendi önkoşulu olarak alır.

Gözden kaçırılmaması gereken bir nokta, meta fetişizminin tılsımına kapılmamak için vurgulanmalıdır. Gerçekte döngüyle dönen sadece girdiler, çıktılar halindeki metaların ve sermayenin dairesel hareketi değildir. Toplumsal ilişkiler yeniden üretilmektedir. Söz konusu olan döngünün esas dinamiği, canlı emek ve onun karşıtı olan sermaye ilişkisinin özneleridir, yani toplumsal ilişkilerdir. İster geçim araçları, yani ücret malları, tüketim malları olsun, ister üretim araçları yani sermaye malları olsun, bunların üretimi demek, her şeyden önce bunları üreten ilişkilerin yeniden üretilmesi demektir. Örneğin, geçimi için çalışan işçinin “geçim derdi” kadar, işsiz kalan işçinin kendi yaşamını yeniden üretmesi de ücretli emek ile sermaye arasındaki bu ilişkinin yeniden üretilmesi kapsamındadır. Yani işsizler ve işsizlik bu döngünün dışında değil, bizzat merkezinde; merkezindeki gerilimdedir aslında (canlı emek ile ölü emek arasındaki, artı değerin genişletilmesi ile kar oranları ve gerçekleşme arasındaki gerilimde)… Teknolojik yenilikler, körüklenen tüketim, kışkırtılan ve metalaştırılan arzular… Her biri birer toplumsal ilişkinin ifadesi, ürünü olarak bu döngünün can taşıyan özneleri ve malzemeleridir. Yaşayan her bir kuşak, bir önceki dönemin sonuçlarını kendi ön koşulları olarak devralır.

Peki bu döngü, amansız bir makine midir, yani devasa bir yapının karşısında sınıflar nerededir?

Burada ak ile kara benzetmemizdeki, ışık ve karanlık örneği yine yardımcı olabilir. Işık (aydınlık) da bir döngüsel hareketin sonucunda doğar, bir dalga hareketidir; farklı dalga boyları, renkleri verir[14] Yani diyalektik çelişki içindeki karşıtlar, döngüyü devindirirler. Ak ile kara, ışığı, döngüyü yani renkleri de açıklayabilir[15]. Bu diyalektik karşıtlık, üç boyutuyla açıklanabilir. Birinci boyut konumu, ikinci boyut tarihselliği, üçüncü boyut ise ileride daha da açıklığa kavuşacak olan dönüştürücülüğü açıklar.

Basit meta dolaşımından kapitalist meta dolaşımına geçerken sözünü ettiğimiz özgül mübadele (sermaye ile emek) kendiliğinden gerçekleşmez. Bunun için emek gücünün geçim araçlarından koparılması, geçimini kazanmak için kendi başına üretebilecek bir aracının olmaması, bunun elinden alınması gereklidir. Dolaysız üreticiyi geçim ve üretim araçlarından koparma, üretim araçlarına ve artı değere el koyma, kapitalist toplumda sınıfların konumlarını belirler. Ama sadece bu kadar da değil, bu el koyma, kapitalist toplumun yeniden üretiminin, üreteci olarak işlev görür. Bu ileride biraz daha ayrıntılı ele alınacak. Ama önce ikinci boyutu belirtelim: döngüsel hareketin kendisi bu boyutu açıklar. Bir önceki yeniden üretimin sonuçları, sonrakinin ön koşullarıdır. Bu boyut, kapitalist toplumun birikimli yapısının onun içsel özelliği olduğunu göstermesi bakımından özel bir önem taşır. Kapitalizmde sınıflar için tarih içindeki sürekliliği kuran ve bu sürekliliğin kopuşlarını işaret eden de bu boyuttur.

Üçüncü boyut ise bu karşıtlığın, birinin diğerini yendiği bir karşıtlık ya da antagonist bir karşıtlık olarak alınmasını engeller. Bir meta olarak emek gücü aşılmadan, sermaye aşılamaz. Emek gücünün meta olma özelliği dönüştürülmeden, kapitalist üretim varlık koşulları itibariyle dönüştürülemez. Şimdi Marks’ın kitaplarında sınıfları nasıl ele aldığını kısaca özetlemeye çalışayım. Marks için sınıfları belirleyen, toplumsal artığa el koyma ilişkisidir. Bu artık, farklı yordamlarda farklı biçimler alsa da, bu artığa el koyma biçimi üretim ilişkilerini olduğu kadar, toplumdaki sınıfları da belirlemiştir. Feodal dönemde toplumsal artık, artı-ürün idi. Toprak beyi serfin, marabanın artı-ürününe ya üründen pay alarak, ya da belirli bir dönem topraklarını işlettirmek (angarya) biçiminde el koyuyordu. Feodal toplumda sınıfları belirleyen temel ilişki, bu el koyma ilişkisi idi. Kapitalist toplumda ise artık biçim değiştirerek artı-değere dönüşmüş, üretim araçlarına sahip olan kapitalist sınıf, geçinmek için emek gücünü satmaktan başka bir çaresi olmayan işçi sınıfının artı-emek ve artı-değerine el koymaya başlamıştır. Ancak meta olan emek gücü ile sermaye arasındaki mübadele görünürde tüm diğer meta mübadeleleri gibi eşdeğerlerin değişilmesidir. Zira artık değer metaların değişimi sırasında yaratılmamaktadır. Burada olsa olsa, bir yerde fazlaya alınıp satılan, başka bir tarafta daha aza satılıp alınmaktadır. Malların değişimi ile zenginlik artmaz. Bu nedenle kapitalist ile işçi arasındaki mübadele, eşdeğerlerin değişildiği bir sözleşme ilişkisi görünümündedir. Artı-değere el koyma üretim süreci içine gizlenmiştir. Kapitalist toplumda el konulan artı-değeri cisimleştiren üretilmiş meta, üretimden çıkıp dolaşım, tüketim ile artı-değerin gerçekleşmesi sürecine girer ve kapitalist toplumu sermaye birikimi açısından durmaksızın tekrar üreten sermayenin yeniden üretimi döngüsünü kurar. Dolayısıyla Marks’a göre bu toplumun iki temel sınıfı üretim aracına sahip olan burjuva sınıfı ile sahip olmayan ve artı-değer sızdırılan işçi sınıfıdır.

Marks sınıfları durağan olarak kavramaz, sınıfın bir diğer sınıf ile mücadele içinde sınıf haline gelmeye başladığını söyler. Sınıfların politik yönelimleri, davranışları, tek tek sınıf üyelerinin algılarıyla değil, sınıf mücadelesi ile belirlenir. Sınıf mücadelesinin üzerinde oturduğu temel ise üretici güçlerin gelişkinlik düzeyiyle de belirlenen üretim ilişkileridir. Marks’a göre tarih sınıf mücadeleleri tarihidir. Sınıf mücadelesi, kapitalizmde döngüleri devindiren diyalektik ilişkiyi oluşturmaktadır.

İşçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasında yer alan sınıf konumları, farklı adlarla nitelenebilmiştir. Bu ara sınıflara, küçük burjuvaziden başka “orta sınıf” da denmiştir. Ancak “orta sınıf” kavramı yer yer, kapitalizm öncesi üretim yordamlarından arta kalan ve işçi sınıfı ya da kapitalist sınıfa dâhil olamamış katmanları da anlatabilmektedir. Fransız Devrimi’nin arifesindeki ve devrimden hemen sonraki kullanımıyla “orta sınıflar” kimi zaman yeni gelişmekte olan ve o zamanki egemen sınıflardan ayrı olarak iktidarı ele geçirmeye çalışan burjuva sınıfını da tanımlayabilmektedir.

Marks kapitalist toplumun ilk evrelerinden beri sermayenin giderek sınırlı bir elde toplanması ile daha çok insanın emeğini satmaya mecbur edilmesi sürecini (proleterleşme, mülksüzleşme) incelemiştir. Sermaye birikim döngüsü de piyasa mekanizmasını genişletme, daha çok işçiyi (canlı emeği) ölü emeğe yani makinelere bağlamayı gerekli kılar. Proleterleşme, toplumun giderek daha fazla bir biçimde iki karşıt sınıfa, burjuvazi ile işçi sınıfına sadeleşmesi, Marks’ın 1840’lardaki eserlerinden beri vurguladığı bir özelliktir.

Marks’ın içinde yaşadığı dönem, “sınıf savaşımının yer yer” değil, inişli çıkışlı da olsa, yoğun olarak kendisini ortaya koyduğu dönemlerdir ve bu dönemde kapitalist toplumda proleterleşme sürecinin sonuçları ve etkileri politik olarak belirleyicidir. Marks verili toplumdaki sömürü ilişkilerinin değişeceği ve bunda da işçi sınıfının dönüştürücü rolünü üstleneceğine dönük güçlü bir umuda sahiptir. Hem incelemeye zamanının yetmemesi nedeniyle hem de henüz tüm görünümleriyle kendilerini net olarak ortaya çıkarmamış olmaları nedeniyle sermaye birikim döngüsünün, artı-değer sızdırma mekanizmasının değişik görünümleri ve dolayımlanmalarının diğer ayrıntılarını inceleyemez. Ama zamanının yetmediği bu alandaki çalışmaları ileriye dönük ipuçları vermektedir. Örneğin, her ne kadar belirleyici olanın iki karşıt sınıf olduğunu ve toplumda bu sınıflar yönünde bir sadeleşme yaşanacağını söylese de “Artı-değer Teorileri”nde “bir yanda işçiler öte yanda kapitalistler ve toprak sahipleri arasında tam ortada yer alan, … bütün ağırlığıyla çalışan alttakilerin üstüne yayılıp bir yandan da en tepedeki on binin toplumsal güvenliğini ve gücünü arttıran… orta sınıfların sayısındaki sürekli artış” tan da bahseder (Marks, 1999: 549). Aynı şekilde sermaye birikim sürecinin dolayımlanan döngüsü içinde üretimin farklı alanlarının fabrikadan ayrılarak uzmanlaşması sürecinin ipuçlarını verircesine “kolektif işçi” tanımı yapar, üretken emek tartışmaları ile hizmet sektörüne yönelik temel kavramsal ipuçları verir.

“Tek bir insan, kendi beyninin denetimi altında gene kendi kaslarını harekete geçirmeksizin doğa üzerinde bir iş yapamaz. Doğal bedende kafa ile elin birbirlerine bağlı olması gibi, emek-süreci de el emeğini kafa emeği ile birleştirir. Sonraları bunlar birbirlerinden ayrılırlar, hatta can düşmanı olurlar. Ürün, bireyin doğrudan ürünü olmaktan çıkar ve kolektif emekçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri, emek konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan bir emekçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. Emek-sürecinin bu ortaklaşa niteliği, gitgide daha belirli hale geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak, bizdeki üretken emek ve bunu sağlayan üretken emekçi kavramı genişlik kazanmış olur. Üretken biçimde çalışmak için artık el ile çalışmanız da gerekmez, kolektif emekçinin bir parçası olmanız, onun yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmanız yeterlidir. Üretken emeğin yukarda verilen ilk tanımı, yani maddi nesnelerin üretiminin asıl niteliğinden çıkartılan tanımı, bütünüyle alındığında, kolektif emekçi için de hala doğrudur. Ama onu oluşturan üyeler teker teker alındığında artık geçerliğini yitirir.” (Marks, 1993: 520)

Ayrıca “Dolaysız Üretim Sürecinin sonuçları” bölümünde ve Artı-değer teorilerinde de “kolektif işçi” kavramı kullanılmıştır. Burada sınıfsal yeniden yapılanma ve üretim koşullarının değişmesiyle birlikte sınıfsal bileşimin de değiştiği tarihsel dönemeç noktalarını tekrar hatırlamak yararlı olacaktır. II. Dünya savaşından sonrasını belirleyen, yöneticiler, teknik kadrolar, idareciler ile ilgili katmanlaşmaya dair temeller Marks’ın özellikle fabrika sonucunda oluşan işbölümünün gelişmesiyle ilgili anlattıklarında vardır. Kapital I’de Marks Fabrika ile ilgili bölümde önce fabrikadaki makine işinin, işçiyi makinenin kölesi haline getirdiğinden, işçinin giderek vasıfsızlaştığından ve işin mekanik bir hale döndüğünden bahsederek, bu işi bir “Sisyphus çilesi”ne benzetir ve ekler: “Her türlü kapitalist üretim, yalnızca bir emek süreci olmayıp, aynı zamanda bir artı-değer yaratma süreci de olduğu için, şu ortak özelliği gösterir: emek araçlarını kullanan işçi değildir; tersine işçiyi kullanan emek araçlarıdır. Ne var ki, bu tersine dönüş ilk kez yalnız fabrika sisteminde teknik ve somut bir gerçeklik kazanır. Otomat haline dönüşen emek aracı, emek sürecinde işçinin karşısına canlı emek gücüne egemen olan ve onu bitirip tüketen sermaye ve ölü emek şeklinde çıkar. Üretimin zihinsel güçlerinin el emeğinden ayrılması ve bu güçlerin sermayenin emek üzerindeki kudreti haline dönüşmesi, …, en sonu makine temeli üzerinde yükselen büyük sanayi tarafından tamamlanmıştır.” (Marks, 1993: 435) “Fabrikada tam bir sistem halini alan bir kışla disiplini yaratarak daha önce de sözü edilen denetim ve gözcülük işini ayrı bir uğraş haline getirir, ve böylece, çalışanları işçiler ve gözcüler ya da sanayi ordusunun erleri ve çavuşları diyen sınıflara bölmüş olur.” (Marks, 1993: 436)

İşte işbölümünün gelişmesi ve sermaye birikiminin hızlanması ile birlikte genişletilmiş yeniden üretim Marks’ın anlattığı üretim sürecindeki tüm alanlara daha fazla nüfuz eder hale gelmiş, dolaylandığı alanlar ve boyutlar artmıştır. Bunun işçi sınıfı içinde ve sermaye sahipleri ile ara sınıf içinde yarattığı değişim ise, daha sonra gelen toplum bilimcilerin önüne önemli sorunlar çıkarmıştır Peki Marks’ın analizinin temelini oluşturan sınıf teorisinde sınıfları dönüştürücü bir özne olarak algıladığını gösteren ayıt edici özellikler neler olabilir? Burada üç noktayı ön plana çıkarmak yerinde olabilir. Marks’ın Weydemer’e 5 Mart 1852 tarihli mektubu (Marks-Engels, 1995 :73) sık sık kullanılır. Marks burada sınıfları “kendisinin bulmadığını” söyler ve kendi yaptığını açıklar: Verili toplumun içindeki çelişkileri ve sınıf çelişkisini görmek, bunun gelmesi gereken yeri göstermek. Marks verili toplumun çelişkilerini yaratan süreci Kapital’de, artı-değer sömürüsünü serimlerken, sermaye birikim döngüsünü de anlatarak göstermiş, sınıf çelişkilerinin en temel belirleyeninin ise sermaye ile ücretli emek arasındaki çelişki olduğunu söylemiştir. Ancak onun değer teorisini kurarken yaptığı analiz biçimi ve Gotha Programı’nı kenar notlar ile eleştirirken daha da açıkladığı noktalar, tarif edilen üretim ilişkilerini devindiren dinamiklerin nereye varacağına dair temel dayanaklara işaret ederler. Marks, dönüştürücü bir sınıf analizinin temel bileşeni olan dönüşmenin verili toplumsal ilişkilerden bütünsel olarak kopan uğrağını[16] tarif etmiştir.Gerek Gotha programının eleştirisinde yer yer açıklanan, gerekse de Kapital’de değerin ikili niteliğinin anlatıldığı ilk bölümde tarif edilen temel bir noktaya işaret etmek, dönüştürücü analizin tarif ettiği dönüşüm uğrağını açık hale getirmek için burada önem kazanıyor. Marks’ın sınıfsız toplumun iki aşaması arasındaki ayrım olarak gösterdiği evre şudur: metaların, sarfedilen emek miktarı ile değişiminde, toplumsal fon düşüldükten sonra gerçekleşecek olan eşit değerlerin değişimi ilkesinin de artık gereksizleşeceği evre. Marks’ın “eş değerler değişiliyor” diyerek burjuva hukukunun bu noktada hala geçerli olduğunu söylemesinden yola çıkılarak bu evre, sık sık sadece şu yönleriyle tartışılmıştır: sosyalist toplumda hukuk hatta devlet olacak mı? Zor kullanılacak mı?[17] Ama Marks gerçekte farklı niteliklerin, farklı somut emeklerin, farklı beceri ve kapasitelerin ve sonuçta farklı bireylerin karşı karşıya getirilip eşitlendiği bir değer anlayışından, eşitlik ilişkisinin kurulmasına gerek kalmayan bir değer anlayışına geçişi savunmaktadır[18].

Yeryüzünde yaşayan insanların farklı yaşamlarının, farklı düşüncelerinin, kısacası farklılıklarının bir ürünü olan somut emekten, kapitalist artı-değer birikimi aracılığıyla toplumsal soyut emeğe giden yol, bu farklılıkları sermaye birikim döngüsünün girdabına sokan tarihsel ve özgül bir üretim sürecidir. Bu girdap, metalaşmanın genişlemesinde yaşandığı gibi toplumdaki farklılıkları, katı ve acımasız bir eşitlik ilişkisinin tarafları haline getirmektedir. Farklı nitelikteki emekler bu eşitliğin iki tarafında saf dizilerek, belirli bir eşdeğere göre sıralanmaktadır. Bu acımasız eşitliğin oluşturduğu ilişki, “doğal” ve mutlak değildir. Kapitalist artı-değer sızdırma süreci ve meta üretimi tarafından “oluşturulmaktadır”. Artı-değer sızdırma amacıyla değer yaratma sürecinin bu acımasız eşitliğe verdiği nitelik, sınıfları belirleyen temel motorlardan biridir. Alman İdeolojisi’nde henüz soyut ve felsefi düzeyde de olsa sınıfsız toplumda bireyin ancak, gerçekten farklılığı ile birey olacağının uzun uzun anlatılması da zincirin ilk halkasını oluşturur. “Herkesin ihtiyacına göre” toplumun ortak ürünlerinden istediği kadarını aldığı bir toplumun bilinci kuşkusuz bugünkünden farklı olacaktır ve bu, Kapital’in ilk bölümünde ayrıntılı anlatılan mübadele eşitliğinin de matematiksel “eşitlik” olarak ortadan kalkmasını getirecektir. Marks’ın sınıf çelişkilerinin varacağı sonuç olarak açıkladığı uğrak burası olmalıdır. Bu uğrak ile dönüştürücü araç olarak sınıf analizi arasında dolaysız bağlantılar vardır. Artı-değerin kendisinden sızdırıldığı sınıf olan işçi sınıfı aynı zamanda bu değer-sızdırma ilişkisi (yani sömürü ilişkisi) ile birlikte tüm değer ilişkilerini de ortadan kaldırma dinamiğini elinde taşıyan sınıf olarak analiz edilmekte, daha doğru bir ifadeyle analizin sonuçları, gelecek toplumun içindeki temel dinamikleri göstermektedir. Toplumun farklı bireylerinin somut emeklerinin bir eşitliğin tarafları olarak karşı karşıya gelmeleri süreci aynı zamanda kapitalist toplumun özgül bir sonucunu yaratır. İkinci nokta ise Marks’ın dönüşümü sadece dolaşımdaki dönüşümle açıklamaması ile ilgilidir. Marks “gelir dağılımı” ile ya da “adil paylaşım” ile ya da “piyasa şansları, konumları” ile değil, bir bütün olarak sermeye birikim sürecinin, artı-değer sızdırma mekanizmasının kaldırılması ile ilgilenmektedir. Dağıtım ve tüketim, üretim ile bir bütünü oluşturur ve üretim koşullarından bağımsız değildir, onun tarafından belirlenir. “… yine de şu paylaşma diye adlandırılan şey üzerinde bu kadar söz edilmesi ve bunun vurgulanması bir hatadır.

Bütün çağlarda tüketim maddelerinin dağıtımı, bizzat üretim koşullarının dağıtılış tarzının bir sonucundan başka bir şey değildir. Ama bu dağıtılış, üretim tarzının kendisinin bir niteliğidir. Örneğin, kapitalist üretim tarzı, yığınlar, ancak üretimin kişisel koşullarına: işgücüne sahip bulunurken, üretimin maddi koşullarının çalışmayanlara kapitalist mülkiyet ya da toprak mülkiyeti biçiminde sunulmasını buyurur. Eğer üretimin unsurları bu biçimde dağıtılırsa, tüketim maddelerinin bugünkü dağıtımı, bundan kendiliğinden çıkar… Vülger sosyalizm burjuva iktisatçılarından, dağıtımı üretim tarzından bağımsız bir şey sayma ve bu yüzden de sosyalizmin özünde dağıtım çevresinde dönüp dolaştığını hayal etme adetini miras almıştır. Gerçek ilişkiler uzun zamandan beri açıklığa kavuşturulmuş olduğuna göre, bunlara bir kez daha geri dönmek neye yarar?” (Marks-Engels, 1989:32)

Dolayısıyla Marks, sınıfları gelir dağılımından aldıkları paya göre tanımlamaz, “adil paylaşım” verili üretim ilişkilerini değiştirmedikçe “dönüştürücü” olarak görmez ve paylaşım, yani dolaşım alanı üzerinden ele almayı eleştirir (Marks-Engels, 1989)[19] Ancak gerçek ilişkiler, Marks’ın tarif ettiği zamandan bugüne epey uzun bir dönem yine karanlıkta kalmış olmalıdır ki, bunlara bir kez daha geri dönmek gerekebiliyor… Piyasa temelli sınıf analizleri, gelir dağılımının iyileştirilmesi temennisinde bulunan analizler bugün varlıklarını sürdürüyorlar. Yukarıdaki alıntı, piyasa fırsatları, dağılım ve dolaşım üzerinden sınıf ve statü tanımlamalarına giden Weberci analiz için de önemli bir ipucu vermektedir. Marks için piyasa ve tüketim, üretim ile bir bütündür ve buranın hareketini belirleyen üretimdir.

Üçüncü nokta ise tüm bunlarla bağlantılı ve iç içe geçmiştir. Marks’ın sınıfı dönüştürücü bir araç olarak görmesi, onda o potansiyeli varlık koşulu ve kapasitesi ile görmesidir. Çalışanlar, yoksullukları ve sefaletleri nedeniyle “dönüştürücü” değillerdir, sınıf bilincine bu nedenle ulaşmazlar. Bir sınıf olarak kendi varlık koşulu, artı-değer sömürüsünün varlık koşuluna dolaysız bir biçimde bağlı olduğu için işçi sınıfı bu potansiyele sahiptir. Çünkü çalışanlar Braverman’in de gösterdiği gibi niteliksizleşmekte, yani farklı yetenek, beceri ve potansiyellerine karşılık tek bir değer “eşitliği” ve üretim mekanizması altında niteliklerini kaybetmektedirler. Kendi varlık nedenlerini ortadan kaldırmaları bu farklılıkların açığa çıkmasını da sağlayacaktır. Bu anlamıyla, bu ilişki gelecek toplumun dinamiğini de bugünden barındırmaktadır. Bu üç nokta Marks’ın sınıfı dönüştürücü bir özne olarak kavrayan analizinin ayırt edici özellikleri olarak ele alınabilir. Marks’tan sonra, toplumsal değişimi anlamada sınıflara biçilen rol dönüştürücü olmaktan uzaklaşmaya başladı. Bunda, Marks’tan sonra sınıf tartışmalarında belirleyici uğrağı oluşturan, modern sosyolojinin kurucularından sayılan Weber’in ve yaşadığı dönemin etkisi büyüktür.

WEBER: Ekonomik Düzende Sınıflar, Sosyal Düzende Statü Grupları

Weber’in statü kavramı, artan sınıfsal uçurumun, gelir dağılımındaki şiddetli değişimin görünmez kılındığı, bunun yerine çeşitliliğin, farklılığın, yaşam standartlarının hızla öne çıkarıldığı bir toplumda, öne çıkarılan bu kavramların tarihsel köklerini anlamak açısından güncelliğini koruyor. Örnek vermek gerekirse, 1994 yılında “Radikal siyasetin geleceği: Sol ve Sağın Ötesinde” adlı kitabında Anthony Giddens toplumsal farklılaşmanın göstergesi olarak sınıfların artık daha az önemli hale geldiğini söylerken, ondan daha önemli olan göstergenin “yaşam tarzları, yaşam beğenileri” olduğunu öne sürüyordu (Giddens, 1994a: 143). Weber’in statü gruplarını incelerken öne çıkardığı niteliklerden biri olan “yaşam tarzları” bugün bile, ileri kapitalist ülkelerde, artan emek göçlerine, tarafı oldukları savaşlara karşı sakınılan bir yaşam standardı ölçüsü olarak görülüyor. Weber’deki sınıf ve statü kavramlarının oluşma koşullarını, köklerini incelemek bunun için önem kazanıyor.

Weber’in Marks’ın sınıf analizine yönelttiği en temel meydan okuma, “sınıf” olarak tabakalaşma ile sosyal prestij ve statü açısından tabakalaşmayı birbirinden ayırmasıdır; ki bu Weber’in en can alıcı ayrımını oluşturur: toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi, iki alana ayrılır; ekonomik ile sosyal düzen. Bu konudaki temel metinlerinden biri olan “Sınıf, statü ve parti” makalesinde, ekonomik düzen ve sosyal düzen ayrımını henüz başta belirtir:

“Sosyal onurun toplumdaki tipik gruplar arasında dağılma biçimine ‘sosyal düzen’ diyebiliriz. …sosyal düzen ile ekonomik düzen özdeş değildir. Ekonomik düzen, bizim için ekonomik mal ve hizmetlerin dağıtım ve tüketiminden ibarettir. Sosyal düzen ise önemli ölçüde ekonomik düzen tarafından belirlenir ve tabii karşılığında da ekonomik düzeni etkiler.” (Weber, 2002:269)

Sosyal düzen ve ekonomik düzenin böyle ayrılması, Weber için gücün, iktidarın kaynaklarının belirlenmesi açısından önemlidir. Weber toplumdaki güç ilişkilerini araştırır [20], bireyin belli nesnelere sahip olmasının piyasa mekanizmasında nasıl güç ilişkileri kurduğuna bakar; bu dolayım üzerinden sosyal ilişkileri nasıl yaşadığıyla ve bunun piyasadaki açılımıyla ilgilenir. Böyle tanımlandığında mülkiyet ilişkisi bir içerme ve dışlama[21] mekanizması olarak işlev görür: mülkiyete sahip olanlara belli haklar ve fırsatlar sağlarken, buna sahip olmayanları da bu hak ve fırsatlardan dışlar.

“Değişim amacıyla piyasada rekabet eden insanlardan oluşan bir toplulukta maddi mülkler üstündeki tasarruf hakkının dağılım biçiminin kendiliğinden belirli yaşam olanakları yarattığı, en temel ekonomik gerçeklerden biridir. Marjinal yarar kanununa göre bu dağılım biçimi değerli mallar için girişilen rekabetten mülksüzleri dışlar; mülk sahipleri lehine işler, daha doğrusu mal edinme tekelini onlara verir. Diğer her şeyin eşit olduğu varsayılırsa bu dağıtım biçimi kârlı iş fırsatlarını, mülk sahibi olan ve mallarını değişmek zorunda olmayan kişilerin tekelinde bırakır. Genelde onların fiyat savaşlarındaki gücünü, salt hizmetlerinden ya da kendi emekleriyle yarattıkları mallardan başka arz edecek bir şeyleri olmayan ve varlıklarını sürdürebilmek için bu ürünlerinden kurtulmak zorunda olanlara karşı arttırır. …Bütün bunlar saf piyasa koşullarının egemen olduğu bir alanın çerçevesi içinde geçerlidir. ‘Mülkiyet’ ve ‘mülksüzlük’ bu nedenle bütün sınıf konumlarının temel kategorileridir.”(Weber, 2002:270)

Burada “piyasa konumu” verili olarak alınmaktadır, piyasa konumunun nasıl ilişkiler içinde ortaya çıktığı, hangi toplumsal ilişkilerce üretildiği sorun edilmemektedir. İnsanlar arasındaki ilişkilerin açıklaması, metalar arasındaki “ilişkilerin” alanından, yani “piyasa”dan hareketle yapılmaktadır. (Oysa Marks, tam da, toplumdaki ilişkilerin bu türden bir açıklamasına “meta fetişizmi” diyordu.) Buraya kadar anlatılanlardan sonra Weber’in sınıf tanımını piyasa konumlarına göre yaptığı açıklığa kavuşur. Weber, bunu şöyle anlatır:

“Sınıf konumu, kişilerin mal, yaşam koşulları ve kişisel yaşantılar için sahip oldukları tipik olanaklar demektir. Bu olanaklar ise verili bir ekonomik düzen içinde gelir sağlamak üzere mal ya da beceri harcama gücünün derecesi ve türü ya da bu gücün yokluğu tarafından belirleniyor olmalıdır. ‘Sınıf’ terimi, aynı sınıf konumunda bulunan insan grubu anlamına gelir” (Weber, 2002: 270) Sınıf, ekonomik düzenle sınırlıdır ve yaşam boyunca ele geçen fırsatlarla belirlenir:

“(1)Bir grup insanın yaşam olanaklarının belli bir nedensel öğesi ortak ise, (2) bu öğeyi, mal sahibi olmak ve gelir sağlamak gibi salt ekonomik çıkarlar temsil ediyorsa, (3) bu öğe, meta ve işgücü piyasalarının koşullarında temsil ediliyorsa, ‘sınıf’tan söz edilebilir.” (Weber, 2002: 270)

Weber’e göre en temel ekonomik olgu, bir çekişme düzeni içinde piyasada mal değiştirme amacıyla bir araya gelen insanlar arasında maddi mülkiyetin dağılım biçiminin özel ve farklı şans ve fırsatlar yaratmasıdır. Bir kimsenin sınıf durumu, sonuç olarak onun “piyasa durumu”dur. “Piyasa’daki şansının türü, kişinin yazgısını belirleyen en önemli etmendir. ‘Sınıf konumu’ bu anlamda son kertede ‘piyasa konumu’dur.”(Weber, 2002: 71) Sınıf, mülkiyet ilişkisi ve zenginliklerle ilişki (relation to assets), biçiminde tanımlanırken, bir sosyal topluluk olarak görülmez[22].

Ekonomik düzende sınıflar arasında çelişki belirleyicidir. Sosyal düzen için ise bu farklıdır. Sosyal düzende temel tabakalaşma birimi “statü”dür[23]. Aslında, mülkiyet ilişkisinde Weber için önemli olan, bu mülkiyet biçimlerine sahiplikle elde edilen bir takım hak ve donanımlarla belirlenen statü konumlarıdır. Burada statü kavramı üzerinde durmak gerekiyor.

Weber sınıf için Klassen, statü için ise stände kelimelerini kullanmaktadır. Birincisi, anlam içeriği olarak sınıfa denk düşmektedir ancak ikincisi biraz açıklama gerektiriyor. Burada stände, örneğin burjuva devrimi öncesi Fransız imparatorluğu’ndaki tabakaların (estate, etat) Almanca karşılığına denk düşmektedir. Başka bir deyişle, klasik feodal dönemdeki tabakalara (soylu, ruhban ve üçüncü tabaka gibi) denk düşmektedir. Yalnız burada bu tabakalar aynı zamanda birer statü katmanlarını da ifade ettikleri ölçüde, Weber’in kullanımı, bu katmanların, siyasi, ekonomik tabanını değil (yani burjuva devrimleriyle geçmişte kalmış tabakalaşmaları değil), bir prestij ve ortak değerler kümesi olarak, yani statü olarak ortak noktalarını anlatmaktadır. Bu hatırlatma, statünün prekapitalist dönemdeki belirli toplumsal tabakaları kendi içlerinde birbirine kenetleyen ortak değeri oluşturan, itibar kavramıyla taşıdığı sürekliliği vurgulamak içindir. Bu nedenle, Weber, statüyü açıkladığı temel metinlerinde sürekli prekapitalist toplumlardan, tarihsel örnekler verir[24].

Weber’e göre statü şöyle anlatılır:

“Arı bir biçimde ekonomik olarak belirlenen ‘sınıf konumu’nun tersine, insanların yaşam yazgısının ister olumlu, ister olumsuz olsun, özgül bir toplumsal prestij ölçüsü tarafından belirlenen her tipik bileşenini, ‘statü konumu’ olarak tanımlamak istiyoruz . Bu prestij, bir çoğulluğun paylaştığı herhangi bir nitelikle bağlantılı olabileceği gibi, pek tabii ki, bir sınıf konumuyla da sıkı sıkıya bağlı olabilir.”(Giddens ve Held, 1982: 65)[25].

Statü gruplarının, statü tabakalaşmalarının en belirleyici özelliği, “yaşam tarzı” kavramıdır. “Statü onurunun özünü en iyi ifade eden şey, belli bir çevreye mensup olmak isteyen herkesten, her şeyden önce belirli bir hayat tarzına sahip olmasının beklendiğidir. Bu beklentinin yanısıra, ‘sosyal’ ilişkilere kısıtlamalar da getirilir. (Sosyal ilişkiden kasıt, ekonomik amaçlara ya da iş hayatının diğer herhangi bir işlevsel amacına bağlı olmayan ilişkidir.) Birey, belli bir grubun hayat tarzının taklitçisi olmaktan çıkıp, o grubun kabul edilmiş içe dönük eylemlerine uyum göstermeye başladığı zaman, ‘statü’sü gelişmeye başlamış demektir.” (Weber, 2002: 269)

Weber, Ekonomi ve Toplum adlı kitabında statünün üzerinde kurulu olduğu nitelikleri üç maddede toplar: “a) yaşam tarzı b) formel eğitim c) miras yoluyla geçen ya da mesleki olarak edinilen prestij” (Giddens ve Held, 1982: 72). Aynı yerde statünün kendini açığa vurduğu biçimleri de belirtir:

“a)evlilik,

b)aynı sofrada yemek yeme,

  1. c) elde etme, kazanç yöntemlerindeki ayrıcalıkların tekelci bir biçimde kendine mal edilmesi, belirli türden kazanç elde etme biçimlerinden tiksinme
  2. d) diğer türden statü gelenekleri”

Statü gruplarından bireylerin kendi içlerindeki üyelerle evlenmeleri, kendi ayrıcalıklarını, kazanç yöntemlerini tekel altına almaları, farklı statülerdekini küçümsemeleri, ancak kendi statülerinden bireylerle aynı sofrada yemek yemeleri hatta sadece aynı statüdeki bireylerin üye olduğu kulüp ve derneklere gitmeleri… Tüm bunlar statü gruplarının uygulamada kendilerini açığa vurdukları gündelik yaşam öğeleridir.

Farklı düzeylerdeki statü grupları arasındaki ilişkiler rekabet ve öykünme, taklit etme (emulation) ilişkileridir, çelişkili ilişkiler değildir. Statü grupları, toplumsal olarak sınıfın aksine daha görünürdür ve toplumsal oluşum olarak fark edilebilirler. Prestij açısından tabakalaşma, sınıf sistemini iki temel biçimde etkiler. İlk olarak sınıf yapısının aşırı uçları arasındaki uçuruma köprü kurar tarzda iki temel sınıf arasına bir dizi statü grubu oluşturur. İkincisi ise toplumun az ya da çok, net biçimde tarif edilebilen statü konumlarının bir sürekliliği biçiminde göründüğünü öne sürer; statü gruplarının bu görünümü, sadece mülkiyet ilişkileri ile değil çeşit çeşit faktör tarafından belirlenmektedir. Bu ise toplumsal hiyerarşinin tamamen farklı bir kavrayışını öne sürmek demektir. Bottomore’un da belirttiği gibi, orta sınıfın niceliğindeki büyüme ile birlikte, toplumsal hiyerarşinin kesin, net çelişki ve ayrılıklardan uzak, prestij ve statü gruplarının bir sürekliliği olduğu biçiminde açıklanmasına dair bu bakış, sosyal düşüncede giderek güç ve etki kazanmıştır (Bottomore, 1991: 16). Yukarıda belirttiğimiz gibi Marks’ın orta sınıfın sayısındaki artış konusundaki kısa değinmesinin ve sermaye birikim sürecinin dolayımlanmalarının geliştirilememesi, bu orta sınıf konusunda gelişen tahayyülün daha da yaygınlaşması, etki kazanmasını da beraberinde getirmiştir.

Weber, belirli dönemlerde ya sınıf ya da statü tabakalaşmasından birinin ön plana çıkacağını söyler: “Mülkiyetin ve mal dağılımının temelleri görece istikrarlı olduğu sürece statüye dayalı tabakalaşma yeğlenir. Her teknolojik gelişme ve ekonomik dönüşüm, statü tabakalaşmasını tehdit eder ve sınıf tabakalaşmasını ön plana çıkarır.” (Weber, 2002: 286)

Mülkiyet ilişkilerinin görece istikrarlı olduğu dönemlerde, bu mülkiyet ilişkilerinin altında gizli olan sömürü ilişkileri gerçekte yok olmamışlardır, sadece görünmez kılınırlar. Görünmez kılma ise, mülkiyet ilişkilerinin bu istikrarını, meta fetişizmini kullanarak, toplumun istikrarı gibi gösterme sayesinde olur. Betimleyici, dışavurumcu bir açıklama ve baştan beri bu şekilde biçimlene gelmiş bir anlama ihtiyacı, böyle bir istikrar döneminde topluma bakarken, ön planda gördüğü “statü” tabakalaşması olacaktır.

Weber, modern sosyolojinin kurucuları arasında görülür ve bugün özellikle güçlenen hakim sosyoloji akımları tarafından, sadece sınıfları merkez alan bir inceleme tarzından, çoğul, çok yönlü inceleme tarzına geçtiği için övülür [26]. Zaten kendisi de bunu sık sık belirtir. Örneğin, Protestan Etiği’nde, “Benim amacım, … tek yanlı maddeci bir tarih ve kültür yorumunun yerine aynı şekilde tek yanlı tinselci bir yorum koymak değil” (Weber, 1930: 183) demektedir.

Sınıflar, statü grupları, güç merkezleri, güç yapıları, dinler, Weber’de farklı tarihsel dönemlerden, farklı ülkelerden alınan örneklerle incelenir. Ancak Weber’in, sınıf ve statü kavramlarının her ikisini de sistemli bir biçimde -tarihsel özgüllüklerini kimi somut durumlarda, o incelemenin özelliği nedeniyle belirtse de- tarihsel bir kategorileştirmeye götürmediği söylenebilir. Sınıf ve statü, farklı tarihsel dönemlerde, aynı kavramsal düzeyde ifade edilmiş; ya da bu farklılıklar sistemlileştirilmemiştir[27]. Piyasa, prekapitalist toplumlar da dâhil tüm toplumlarda sınıfları belirleyen öncelikli bir vurgu haline dönüşmüştür.

“Örneğin, statü gruplarının önemli olduğu dönemde birçok Hellen kentinde ve başlarda Roma’da, miras kalan bir mülk (mirasyedileri cezalandıran eski formülde görüldüğü gibi), tıpkı şövalyelerin, köylülerin, rahiplerin ve özellikle de esnaf ve tüccar loncalarının üyelerinin mülkleri gibi tekel altına alınırdı. Böylelikle piyasa kısıtlanmış ve çıplak mülkiyetin gücü -ki ‘sınıf oluşumu’na damgasını vurur- arka plana itilmiş olurdu.” (Weber, 2002:285)

Burada Weber temel olarak statü ilişkilerinin, yeri geldiğinde piyasayı kısıtlayıp daraltarak, sınıf ilişkilerini de etkilediğini örneklendirmiştir. Weber için, uzun vadede mülkiyet ilişkileri her zaman statü gruplarını belirleyecektir, ama bu belirleme tek yönlü değildir. Bu örnekte görüldüğü gibi statü ilişkileri de yer yer mülkiyet ilişkilerini sınırlandırabilir. Weber’in verdiği örnek budur ancak ben burada, “sınıf”, “statü” kategorileri ile kısıtlanan “piyasa”, “mülkiyet” ilişkilerinin tarihsel bir kategori olarak ele alınıp alınmadığına dikkat çekmek istiyorum. Başka yerlerde olduğu gibi burada da, çıplak mülkiyetin gücü, kapitalist toplumda olduğu gibi kapitalizm öncesi toplumlarda da sistemsiz bir biçimde sınıfa karşılık düşmekteyken, benzer biçimde statü de öncesi ve sonrası ile aynı kavramsal düzeyde kullanılmıştır. Burada, yer yer Weber’in zengin örnek ve incelemeleri içinde somut olgularda, olgunun tüm yönünü vermek adına, sınıflara ya da statü kavramına farklı içerik vermesi göz ardı edilmemektedir. Ancak, kapitalist ve kapitalizm öncesi toplumlarda pekala geçerli olan “mülkiyet” ve “mülkiyet ilişkileri” kategorilerinin, Marks tarafından nasıl tarihsel biçimde ayrıştırıldığını hatırlamak, bu çözümlemenin eksikleri açısından yerinde olur. Mülkiyet (property/eigentum) ilişkileri, aynı zamanda mülk edinme, el koyma (appropriation/aneignen) ilişkileridir, birincisi bir sürecin sonucunu, ikincisi ise sürecin kendisini anlatır. Kapitalizm öncesi toplumlarda artı-ürüne el koyulurken, kapitalist toplumlarda artı-değere el koyulmaktadır. Bu ise, tüm mülkiyet ilişkilerini, sınıf ilişkilerini başlı başına değiştirmekte, ona yeni bir içerik getirmektedir. Halbuki Weber, iktisatta Marks’ın artı-değer kuramını, değer kuramını göz ardı etmekle[28], marjinal fayda kuramını benimsemekle[29], değer ve artı değer kuramlarının kapitalist toplumda sınıflara ve sınıf ilişkilerine kazandırdığı yeni içeriği sistemli biçimde incelemekten de uzaklaşır. Betimleyici ifadeleri, çeşitli tarihsel ve mekânsal olguları incelemeleri sırasında sınıflara, statü gruplarına farklı içerikler yüklese de sistemli bir kategorileştirme eksik kalır.

Weber’in sınıf analizi, kuramsal çerçevesinin farklılığı ile bir başka yönden de Marks’tan ayrılır. Çünkü iki kuram arasında bilgi kuramsal (epistemolojik) olarak iki farklı temel bulunmaktadır. Weber çalışmalarında toplumun hukuksal kuruluşu, yapısı ile ilgilenmiş, toplumsal ilişkileri hukuksal ilişkilerin yerleşmesi ve oturması açısından incelemiştir. Bunun altında yatan nedenlerden başta geleni, doğup büyüdüğü Almanya’da yaşanan değişimler ve bunların tarihsel önemidir. Marks, toplumsal yapının ve ilişkilerin oluşmasını üretim sürecinde yaşanan, öznesinin karşıt sınıflar olduğu dinamik süreçlere bağlarken, Weber, farklı bir epistemolojik çerçeve gözetmiştir. Bu çerçeve, toplumu oluşturan üyelerin nesnel olarak nasıl belirlendiklerinden çok, kendileri hakkındaki yargı ve algıları ile ilgilidir, yani “öznelcidir”. Weber’in statü kavramı da bu öznelci yöntemin bir ürünüdür.

Weber bir statü sistemi olarak sosyal düzeni, ekonomik düzenden ayırmaktadır. Bu gelecekte önemli etkileri olan bir ayrımdır. Bundan daha sonra daha yetkin biçimlerde, bu iki alan ayrılmış ve kendi kendilerine yeterli ya da kısmi olarak özerk bir biçimde kuramlaştırılmaya başlanmıştır. Bu akımların, soyağacını Weber’den ve onun özel tarihsel döneminden başlatmak anlamlı olabilir.[30]

Weber, Marks’ın sınıf merkezli açıklamalarının karşısına, tek değil çok nedenli, çok dinamikli bir açıklama ile çıkma amacındadır[31]. Bu nedenle onun için, “ekonomik alan”ın özel bir belirleyiciliği yoktur. Aksine temel olarak toplumları, hukuksal olarak ve statülerine göre inceleyen Weber için “sosyal alan”ın belirleyiciliği daha fazladır. İşte bu nedenle, Weber’in sınıf analizi öznelcidir (sübjektivist). Gerçekte toplumsal ilişkilerde ilineksel olanı genelleyerek, toplumsal teori düzeyine çıkarmaktadır. Weber için ekonomik alan bireylerin adeta yarışa “başlangıç” koşullarını oluşturmaktadır; oysa yaşam sahnesindeki rollerini belirleyen “statü”leri ve “yaşam şansları”dır, yani verili olandan başlayarak, yaşam fırsatlarını ne derece kullanabildikleri, eğitim ve beceriye kavuşup kavuşmadıkları, kavuştukları beceriler ile zenginliğe ulaşma fırsatlarını ne derece kullanıp kullanmadıklarıdır. Dolayısıyla Weber’in toplumsal bireyini tanımlayan içinde bulundukları ortama dair tanımlar, algılar, bu ortamın yarattığı etki ve görüntülerdir. Yaşam şansları, bu statüyü yaratmak geliştirmek için olanaklar kümesidir. Bu kullanılabildiği sürece statü oluşur, pekişir. Ne verili olan koşullar, ne de yaşam şansları kullanılarak yaratılan ekonomik koşullar, karşıt sınıflar, ilişkiler oluşturmazlar. Marks, üretim ve sömürü ilişkileri merkezli, diyalektik karşıtlık içindeki sınıfları analizinin merkezine koyarken, Weber, ekonomik düzeni mülkiyet ilişkilerine, üretilenlerin dolaşıma sokulduğu alana atmış, sosyal düzeni ise bireylerin kendilerine atfettikleri ve buna göre iç değerler sistemi yaratarak statü grupları kurdukları bir alana ayırmıştır. Marks, “piyasa fırsatları”, “yaşam şansları” denilen değişkenlerin, sermaye birikimi ve sınıf mücadelesi tarafından üretildiğini söylemiş, Weber ise bunları veri olarak almıştır. Przeworski’nin belirttiği gibi Weber’in başlattığı bu “piyasa fırsatları” üzerine tabakalaşma anlayışıyla gerçekten de “toplumsal farklılaşmanın analizi, toplumsal çatışmanın analizinden koparılmıştır” (Przeworski, 1985 :64)

Weber, toplumdaki ilineksel görüngüleri detaylı ve kapsamlı incelemiş, değişim ve gelişim süreçlerini ele almıştır. Bu ilişkilerin ilineksel olması, kendi doğaları gereği değildir, aksine onların altında yatan ve onları maddi olarak belirleyen yapıların bir teorinin genel çerçevesi temelinde soyutlanamaması ve “tikel”e indirilememesi ile ilgilidir. İşte sınıf analizinin karşıt sınıfların öznesi olduğu, maddi ve toplumsal ilişkiler temeline dayandırılması, bu “tikel”i, yani statülerin, kontrol ilişkilerinin temelinde oluşan derin sınıfsal yapıyı, üretim ilişkilerini kullanarak açıklamak için önemlidir. Önemli olan bu ilineksel görüngüleri harekete geçiren, bunların değişimini ve gelişimini belirleyen “hareket ettirici ve dönüştürücü dinamikleri” yakalamaktır.

Tüm bunlara karşın, Weber’in çalışmaları asla önemsiz değildir: Gerek hacimli eseri “Ekonomi ve Toplum”da, gerekse de bütün diğer çalışmalarında Weber, toplumsal ilişkilerin sosyal görüntüleri ve hukuksal yapısı ile ilgili önemli veriler verir. Bunları detaylı ve kapsamlı bir biçimde inceler. Toplumdaki hukuksal ilişkilerin oluşması, bireyler arasındaki ilişkilere yansıması, statü, beceri ile gelen saygınlık ilişkilerinin toplumsal yapıda yerleşmesi ve değişmesi, bürokrasinin gelişimi ve “rasyonel”leşme, Weber’in çalışmalarında önemli yer tuttuğu gibi aynı zamanda bu düşünceler incelenmesi ve dikkate alınması gereken verilerdir.

Marks ve Weber’den Sonra Yeni-Marksistler, Yeni-Weberciler:

Weber’den sonraki sınıf analizi, iki temel argümandan yola çıkar: İlk argüman şudur: Endüstriyel toplumlarda sosyal geçişkenlik öyle öne çıkmıştır ki, Marks’ın dediği anlamda sınıfların oturmasını ve sürmesini engeller. Aksine toplumu, prestij ve statü hiyerarşisinden kurulu basamaklar gibi gösterir. İkinci argüman ise politik gücün dağılımı ile sosyal tabakalaşma arasındaki ayrımdır. Bu Dahrendorf tarafından 1950’lerde daha da geliştirilir. 1959 yılında Dahrendorf ekonomik ile politik olanın ayrımını güçlü terimlerle tekrar vurgular. Dahrendorf için ekonomik çelişki ile politik çelişkinin örtüşmesi Marksist teorinin temeliydi ancak post kapitalist toplumda bu örtüşme sona erdi (Bottomore, 1991), (Giddens, 1994:56). Weber ile başlayan ekonomik ile sosyal düzen ayrışması, görülebildiği gibi, giderek daha ileri sonuçlara götürülür. Zaten Dahrendorf da, kendisinden sonra gelen Goldthorpe gibi yeni-weberci okulun temsilcisi olarak sayılır.

Marks ve Weber’in sınıf üzerine düşünceleri, kendilerinden sonraki dönemleri de etkilemiştir. Özellikle yazıda bahsettiğim ikinci dönemde, yani iki dünya savaşı arasında ve sonrasında ortaya çıkan sınıf görünümlerini saptamada ve “yeni orta sınıf” tartışmalarında bu iki düşünsel sistemin etkileri belirleyici olmuştur. Sınıfları, üretim araçlarına el koyma ilişkisi üzerinden tarif etmeyi merkeze alan ve buna belirleyicilik atfeden açıklamalar Marksist sınıf kuramına yakın durmuştur. Bunlar, daha sonra gelişerek yeni-marksist sınıf kuramı olarak anılan akımı oluşturmuştur.

Yeni-Weberci olarak anılan sınıf kuramları ise, Weber’in toplumda güç dağılımı ve statü üzerine geliştirdiği çözümlemelerin etkisiyle, güç ilişkilerini ve becerileri de bir tabakalaşma ölçüsü saymaya yönelmişlerdir. Bu akım, giderek sınıflaşma ve tabakalaşmayı, “toplumsal çatışma” ekseninde ele almaktan uzaklaşmış, “toplumsal farklılaşma” eksenine doğru kaymıştır. Mesleki nitelikleri, vasıfları, belirli bir iş örgütlenmesinde, örgütsel yapı üzerindeki denetimi ölçü olarak alıp, derecelendirmeli tabakalaşma çözümlemelerine doğru evrilmişlerdir.

Aynı dönemde kuşkusuz ki, sınıfların belirsizleştiğini öne süren akımlar da belirmeye başlamıştır. Bu düşünceler şöyle özetlenebilir: “Artık klasik burjuvazi gibi kendi içinde birbirine bağlı, kapalı ve süregiden (kalıcı) bir grup yok, mülkiyetin ve sahipliğin dağılması ile birlikte o da çözülmektedir.” Sosyal geçişkenlik, mülkiyet sahipliğindeki değişme, bu sınıfın yapısını, bileşimini ve kararlılığını çözmekte, hatta artık burjuvazinin yönetici bir sınıf olduğu bile söylenemez çünkü böyle belirli ve kapalı bir sınıf yoktur. (Bottomore, 1991: 17).

Yeni-Marksist sınıf kuramının önde gelen temsilcisi ise Erik Olin Wright oldu. Wright, sınıflar, karşıt sınıflar arasında kalan orta sınıfın yeni durumu ve bunları sınıflandırma üzerine çalışmalarına Amerika’da 1970’lerde başladı. Doktora çalışmaları boyunca, gelişmiş kapitalist ülkelerin sınıf yapısını incelerken, “Marks’taki karşıt sınıflar arasında yer alan yelpazeyi hangi kriterlere göre daha ‘açıklayıcı’ bir biçimde gruplandırabiliriz” sorusu üzerine çalıştı. Yine Marks’ın sınıf kuramından hareket eden Guglielmo Carchedi’nin[32] ortaya attığı “çelişkili sınıf konumları” görüşünü benimseyerek, bu görüşü ilk kez bir sınıf haritası oluşturmak üzere geliştirmeye başladı. Çelişkili sınıf konumları kavramını ilk kez 1976’da yazdığı “İleri kapitalist toplumlarda sınıfların sınırları” makalesinde kullandı ve bundan sonra daha da geliştirdi. 1979’da basılan doktora tezi “Sınıf yapısı ve Gelirin Saptanması” üzerine idi. 1982 yılında Roemer’in sömürü üzerine geliştirdiği yeni kuramsal çerçeveden etkilenen Wright, 1985’de sınıf analizi için bu çerçeveyi kullanarak, yeni bir sınıf haritasına ulaştı. Marksist üretim araçları üzerinde mülk sahipliği ölçütünün yanı sıra, vasıf ve beceri ile denetim (domination, control) ölçütlerini de sınıflaşma ölçütleri arasına katan Wright, bu özellikleriyle çoğu kez Yeni-Weberciler ile yakınlaşmakla eleştirildi (Edgell, 1998), (Millner, 1999).

İkinci ve üçüncü dönemleri kapsayan süreç aslında dönüştürücü bir özne olarak sınıfın çözümlenmesinden bir tasnif aracı olarak sınıfa yönelmeye dönük adımların da geliştiği bir dönemdir. Özellikle orta sınıfın genişlemesi, sınıf konumları ve sınıfın sınırları üzerine tartışmalar, sosyal analiz için “dönüşüm”ü farklı bir boyuta taşıdı. Bu dönüşüm sınırlıydı, verili olan piyasa ilişkilerinin temel olarak kalıcı algılanmasına ya da, tarihsel durumun geçiciliğinin, iç çelişkilerinin gözden kaçırılmasına yol açıyordu. “Sosyal dönüşüm”, sınıf mobilizasyonu ile sınıfların kendi içlerindeki ve birbirleriyle aralarındaki değişim ile hareketliliğin incelenmesine dönüştü, tasnif ölçüleri değişebiliyor, mülk sahipliğine mesleki beceri, kontrol özelliği, vasıflılık gibi nitelikler eklenebiliyordu.

Oysa sermayenin yeniden üretim döngüsü, bir toplumsal ilişkinin yeniden üretim döngüsü idi ve bu döngü, sınıf mücadelesi ile, üretim güçlerinin tarihsel gelişimi ile giderek dolayımlanıyor idi. Tüketim, dolaşım alanı, üretim süreci karmaşıklaşıyordu. Bununla birlikte sınıfların iç bileşiminin ve birbirleri arasındaki hareketliliklerin, sınırlarının da karmaşıklaşmaması beklenemezdi. Sadece sınıfların hareketliliğinin, mobilizasyonunun artması değil, işin bile geçicileşmesi, düzensizleşmesi, enformelleşmesi, kafa emeği ile kol emeği ayrımının daha da karmaşıklaşması, süreci giderek karmaşıklaşırken, sınıf analizinin de bu dolayımlanmanın karmaşık sonuçlarına göre yeniden üretilmesi gereklidir.

“Eldeki Analitik Amaçlara Göre Bir Sınıf Analizi” Mi?

Bugüne gelindiğinde durum (en azından toplumbilimde egemen olan anlayışlar açısından), pek iyi gözükmemektedir. Bugün ya sınıfların varlığı kabul edilmemekte, önemsenmemekte, sınıfın yerini yeni eşitsizlik biçimlerinin aldığı öne sürülmektedir[33] ya da sınıf analizi kavramı, sosyal bilimsel gruplama yöntemi olarak, sınıf sayılarını belirleme yönünde kullanılmaktadır. Son zamanlarda yaşananı çarpıcı bir biçimde göstermesi açısından şöyle bir giriş yapılabilir: bugün, Yeni-Marksist akımın temsilcisi olarak Wright da, Yeni-Weberci akımdan Goldthorpe da aynı soruyu soruyorlar “modern toplumda kaç tane sınıf bulunduğunu söylemek mümkün müdür?” Wright iki ila on sınıf, Goldthorpe ise üç ila otuz altı sınıftan bahsediyor (Wright, 1978), (Wright, 1985), (Edgell,1998).

Bu varolan toplumu, durağan bir biçimde sınıflamaya, onu belirli bir ölçüm skalası, cetveli içine sığdırmaya benzemektedir. Peki sınıf analizi neden yapılıyor? Toplumu dönüştürmek için mi? Eşitsizlikleri yumuşatmak ya da gidermek için mi? Yoksa kişilerin piyasa ile ilişkilerine, cinsiyetlerine, ırklarına, deri renklerine göre nasıl “kapalılık ve kümelenme”, sınıflanma özelliği gösterdiklerini belirleyerek seçmen tercihlerini, pazar/piyasa tercihlerini, tüketim özelliklerini mi bilmek istiyoruz? Ya da “klasik sanayi öncesi toplumda” ve ilk “sanayi toplumu”nda varolan sınıfların nasıl biçim değiştirdiklerini görmek, şekilsizleştiklerini, farklılaştıklarını hatta giderek silikleştiklerini görüp, göstermek amacıyla yürütülen “sosyal bilimsel bir araştırma”yı tamamlamak için mi? Sınıf bir inceleme aracı mıdır? Belirli toplulukların, grupların (piyasa için, tüketim için, seçimlerdeki tercihlerini belirlemek için vs. vs.) ortak davranış reflekslerini, tarzlarını belirlemek için kullanılan bir araç mıdır?

Verili olan toplumu devindiren özsel dinamiklere dair bir sınıf kavramı kullanılmadığı sürece, sınıf, incelemenin ve derlemenin bir aracı olabilir ancak. Yani sınıf kavramını dönüştürücü yönünden ayıran her inceleme verili toplumu ön kabul almanın ötesinde, onun tarihsel olarak geçiciliğini, sonlu olma özelliğini göz ardı eder, mutlaklığını kabul eder[34].Verili toplumsal ilişkiler içinde sınıfı bir araç olarak kullanarak insanları eşitsizlikler, piyasa ile ilişkiler gibi farklı ölçütlere göre derlemeye girişir. Amacı ise verili toplumun belirli bir ihtiyacını gidermektir. Sınıfların hareketliliğini (mobilizasyonunu) ölçerek, göçün, enflasyonun, ekonomik gelişmenin, dışa açık büyümenin toplumda yarattığı değişiklikler ya da sınıflar arası geçişlilikte köyden kente geçişin etkisi ya da potansiyel müşteri projeksiyonunu, seçmen profilini çıkarmak ve bunlardan sosyolojik anlam ifade eden veriler elde etmek gibi…

Goldthorpe bunu farklı bir vesileyle söylüyor: Ona göre, sınıf sayısı konusunda verilebilecek “tek anlamlı” yanıt, “eldeki analitik amaçlar için ampirik olarak ayrılması gerekli görüldüğü kadar”dır (Edgell, 1998:)[35]. Değinilen bu son nokta önemlidir: “eldeki analitik amaçlar” nedir? Amaç, sermaye birikiminin farklı veçheleri, uğrakları (üretim, dolaşım, tüketim) veri kabul edilerek bu alanlar içinde toplumu tasnif etmek midir?

Sınıf analizleri de bu noktada yöntem sorununa gelmektedirler, çünkü yöntem sorunu ister istemez verili toplumun tarihsel dinamiklerini açığa çıkarmak, tarihsel olarak sonlu olduğunu kabul etmek ile verili toplumu esas ve mutlak almak arasında bir tercihi zorunlu kılmaktadır. Bu yönüyle sınıf çözümlemeleri, adeta ilk dönemlerde yaşayan avcı derleyici toplumların yaptığı derleme işini andırmaktadır. İnsanları durağan olarak belirli ortak özelliklerine göre gruplandırmak, derlemek… Bu türden derecelendirmeli sınıf analizi, verili toplum içinde insanları tanımlı ölçülere göre derecelendirdiği için, dinamik olmayan, durağan özelliği daha açıktır. Durağan analiz biçimi, otopsiye benziyor, canlı olmayan, durağan, ölü bir sistemi hareket ettirici ilişkilerinden kopararak, en ince parçalara ayırıp değişik yönden inceleme, didiklemeye varıyor. Toplumu hareket ettiren sınıflar arası ilişkilerin, karşıt ve dinamik özü, tarih içinde farklı görünüm, biçimler olarak ortaya çıkarken ve değişik eşitsizlik biçimleri ile etkileşime girip, onları kendisine eklemler ve kurumlaştırırken[36] , durağan sınıf analizi, bu sayısız görünüm ve biçimi olay, olgu olarak derleyip genel özelliklerini çıkarmaya çalışıyor.

Sonuç:

Sınıfları dönüştürücü niteliğiyle kavrayan bir sınıf teorisi ve bu teoriye dayanan bir analiz, toplumsal değişimi anlamada yeniden önemli bir araç haline gelecektir. Bunu az da olsa canlandırmak için, üç tarihsel döneme dair kimi örnekler verilebilir. Öncelikle, kapitalist toplumun iki temel karşıt sınıfı olan işçi sınıfı ile burjuvazinin ikisinin de, sistemi yeniden üreten temel ilişki üzerinde dönüştürücü olduğunu hatırlatmak gereklidir. İşçi sınıfı kendi varlığını kuran artı-değer yaratma ilişkisini ortadan kaldırırsa sistemi ortadan kaldıran bir dönüştürücülük yani devrimci bir özne görevi görürken, buna karşılık burjuvazi bu gerilimli ilişkinin diğer tarafında karşıt sınıfı örgütlenme kapasitesi, nesnel koşulları ile bastırabildiği koşullarda kendi sistemini yetkinleştirerek dönüştürür. Yani kısaca, sistemi yeniden üreten temel ilişkiyi dönüştüremeyen, kendisi dönüştürülür. Örneğin dönemlendirmemizde ikinci evreye denk düşen zaman dilimi, İkinci Dünya Savaşı sonrası Keynesci ekonomik politikalar ile anılan dönemdir. Bu politikalar salt ekonomik bir tercihin sonucu değil, karşıt iki sınıfın sistem üzerindeki dönüştürücü kapasiteleri sonucunda ulaşılmış bir durumu anlatırlar. İşçi sınıfı temel ilişkiyi dönüştüremediği durumda, karşıt sınıf sermaye birikim yapısını yeniden biçimlendirerek, kendi sistemini yeniden yapılandırmıştır. Bu sürecin sınıfsal yapıda da nesnel ve yapısal sonuçları, etkileri olmuştur. Sadece nitelikli emek, üretken olan-olmayan emek üzerine yürütülen tartışmalar değil, aynı zamanda sermayenin organik bileşiminin farklı nitelikte bir artış evresine girdiği savaş sonrası dönemde teknoloji ile emek süreçleri arasındaki ilişki üzerine yürütülen tartışmalar, böylesi bir yapısal değişimin kalıcı sonuçları üzerine filizlenmiştir.

Sınıf tartışmaları, sınıfların yeniden yapılandığı dönemlerde gündeme gelmiştir. Sınıf çözümlemesinin kendisi bu ihtiyaca yanıt vermek için geliştirilirken sınıf, toplumsal olgular alanına verili ilişkilerin bir parçası olarak konmaya başlanmıştır. Verili toplumsal ilişkilerin tarihsel ve geçici olması, barındırdığı çelişkiler, yine verili toplumsal ilişkiler ve piyasa koşulları sınırları içerisindeki “olanaklar” ile, dağıtım ile, kimlik politikaları ile açıklanarak, sınıf analize, “analitik” bir parametre, düzeltici sınırlarda aktif olan bir özne olarak girmiştir. Marks’ın yaşadığı dönemde sınıflar, hem tarihsel koşullar nedeniyle hem de kuramsal açıdan dönüştürücü bir teorik çerçeveden kavranmaya yatkın iken, o günden bugüne yaşanan süreçte sınıflar (eğer tümüyle belirleyiciliklerini yitirdikleri, yerlerini eşitsizlik ve kimlik siyasetlerine bıraktıkları iddia edilmiyorsa) sermaye birikim döngüsünün temel çelişkilerinin sınırları dışına çıkmadan bir analiz aracı olarak ele alınmışlardır. Bu çalışmalar, sınıf terimleri kullanılarak yapılsın ya da yapılmasın, sınıf tahlili, ya gelir dağılımında haksızlık yapanları bulan, ya da yoksulu gözetmesi gereken, Dünya Bankası gibi kimi kurumlarca yoksulluk programının uygulanacağı kesimleri bulmaya ve onlara işaret etmeye yarayan bir analizin parçası olmuşlardır.

Sınıf analizleri içinde Marksist analize başvuran yazarlar genellikle “derece terimlerinden ziyade ilişkisel temeli” kullanmayı seçer. Ancak burada bir sorun olmalı, zira emek ile sermaye arasında kurulan ilişki, üretim faktörleri sahiplerinden ikisi yani “işveren” ile “işgücü” arasındaki ilişkide olduğu gibi pekâlâ klasik ekonomi tarafından da kurulmaktadır. Marks’ın analizi, sermaye birikimini ve sınıfları ele alırken diyalektik bir ilişkiye dayanmaktadır. Ancak her ilişki diyalektik bir ilişki değildir, Carchedi’nin vurguladığı nokta tekrar hatırlanmalıdır.[37] Diyalektik çelişkili ilişki ile karşıtlık (antagonizma) ilişkisi özdeş değillerdir. Emek gücü ile sermaye arasında ne bir tahterevalli dengesi vardır; ne de uyumlu bir ilişki vardır. Söz konusu olan diyalektik ilişki, birinin yararına olan durumun diğerinin zararına olması gibi bir karşıtlık ilişkisiyle sınırlı değildir. Diyalektik ilişkide karşıtlığın iki tarafı, birbirinin doğasını değiştirmek üzere yapısal, içsel gerilimler taşırlar. Bu içsel ve yapısal gerilim, bu karşıtlığı üreten nitelikten kaynaklanır. Bu nitelik yazının başında belirttiğimiz benzetmemizde ışık idi, karşıtlık olarak karanlık ve aydınlığı üretmiş; bunların diyalektik birliği de, griyi olduğu gibi kırmızıdan maviye tüm renkleri ortaya çıkarmıştı. Basit meta üretimi için bu nitelik eşdeğerdir (toplumsal töz olarak emek ve emek zamanıdır), döngüsel olarak genel eşdeğer olan paraya kadar gelişir. Kapitalist toplumdaki sınıflar açısından ise, bu nitelik karşıt sınıfları üreten artı değer, sermaye ve ona el koyma biçimleridir. Burada bahsettiğimiz üç tarihsel dönemde, sınıflar mücadelesinde yaşanan geri çekilmelerle, sınıflar yeniden yapılanırken, bu ilişki yapısal olarak değişmiş o da yeniden yapılanmıştır; ne tahterevalli aynı tahterevallidir, ne de ilişkinin tarafları aynıdır.[38] Sadece kuramsal düzeyde derecelendirmeli sınıf analizine karşı çıkan bunun yerine ilişkileri ve ilişkiselliği analiz eden bir sınıf analizinin sınırlılıkları vardır. Oysa sınıf, diyalektik bir karşıtlık içinde, dönüştüren ve dönüştürülen bir özne olarak çözümlemelerde ele alınırsa, sadece ilişkisel bir analize değil, ilişkiyi dönüştürebilecek dinamikleri ortaya seren bir çözümlemeye de ulaşmak olanaklı olacaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaynaklar:

Allman, P., McLaren, P. & Rikowski, G. (2002). “After the Box People: The labour- capital relation

as class constitution–and its consequences for Marxist education theory and human resistance.”

http://www.ieps.org.uk.

Bottomore, T. (1991) Classes In Modern Society, Londra, HarperCollins

Bottomore, T. (2002) “Sınıf” maddesi, Marksist Düşünce Sözlüğü, İstanbul, İletişim Yay.

Carchedi, G. (1975), “Reproduction of Social Classes at the Level of Production Relations”,

Economy and Society, 4: 1-86.

Carchedi, G (1987), Class Analysis and Social Research, NY: Basil Blackwell

Edgell, S. (1998) Sınıf, Çev: Didem Özyiğit, Ankara: Dost.

Giddens, A. (1992), “Max Weber Düşüncesinde Siyaset ve Sosyoloji”, Çev: A. Çiğdem,

Ankara:Vadi Yay.

Giddens, A (1994) Sosyoloji, Eleştirel Bir Yaklaşım, İstanbul: Birey Yayıncılık

Giddens, A. (1994a) Beyond Left and Right: The Future of Radical Politics. Cambridge: Polity

Press.

Giddens A. ve Held D. (1982) Classes, Power and Conflict, Londra: Macmillan

Gerth H. H. ve Mills C. W. (2002) “Max Weber-Sosyoloji Yazıları”, Çev. Taha Parla; İstanbul:

İletişim Yay.

Goldthorpe, J. E. (1985) An Introduction to Sociology, Cambridge

Hegel, G. W. F. (1999) [1812-16]. Hegel’s Science of Logic (Büyük Mantık), Çev: A. V. Miller,

New York: Humanity Books.

Marks, K (1993) Kapital I, Ankara: Sol Yayınları

Marks, K (1990) Kapital III, Ankara: Sol Yayınları

Marks, K (1998) Artı Değer Teorileri I, Ankara: Sol Yayınları

Marx, K (1999) Artı Değer Teorileri II, Ankara: Sol Yayınları

Marx, K (1990) Capital I, Trans: Ben Fowkes, London: Penguin.

Marks, K (1999) Kapital’e Ek: Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, Çev: Mustafa Topal, İstanbul:

Ceylan.

Marks, K; F.Engels (1989) Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Ankara: Sol Yayınları

Marks, K; F.Engels (1995) Seçme Yazışmalar-I, Ankara: Sol Yayınları

MacRae, D (1985) “Weber”, (Çev. Nur Vergin), İstanbul: Afa Yay

Millner, A. (1999) Class, London: Sage Publications.

Narin, Ö (2005) Sınıf: Analiz İçin Bir Tasnif Aracı Değil, Dönüştürücü Bir Özne içinde Kapitalizm

ve Türkiye I – Tarih ve Ekonomi, Haz: Ercan, F ve Akkaya, Y; Ankara: Dipnot Yay.

Öngen, T (1994) Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, İstanbul: Alan Yay.

Öngen, T(2003) “Marx ve Sınıf”, Praksis Dergisi Sayı: 8, 9-28

Pakulski, J. (1999) “Anti-Class Analysis: Social Inequality and post-modern trends” yayınlanacak

olan Alternative Foundations of Class Analysis içinde, ed: Erik Olin Wright,Der: Erik Olin Wright,

http://www.ssc.wisc.edu/~wright/

Pakulski J. ve W. Malcolm (1996) The Death of Class, Londra: SAGE Pub.

Przeworski, A (1985) Capitalism and Social Democracy, NY: Cambridge

Rosdolsky, R (1989) [1968] Making of Marx’s Capital v.1, Tr: Pete Burgess, Londra: Pluto.

Sencer, M (1974), Sosyal Sınıflar (Kriter ve Göstergeler), İstanbul: Gözlem Yay.

Weber, M (1930). The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism. (Edited and translated by T.

Parsons). London: Unwin

Weber, M (1994) “Sosyalizm”, Weber: Political Writings içinde Ed: Peter Lassman & Ronald

Speirs, Cambridge: Camridge.

Weber, M (2002) Sosyoloji Yazıları, Çev: Taha Parla, İstanbul: İletişim Yay.

Williams, R. (1976). Keywords: A Vocabulary of Culture and Society. Glasgow: Fontana,

Wright, E. O (1978) Class, Crisis & the State, Verso Press.

Wright, E.O (1985) Classes, Verso

[1] Bu yazı, Dipnot Yayınları tarafından 2006 yılında basılan “Kapitalizmi Anlamak” adlı derleme kitapta yayınlanmıştır (Der: Fuat Ercan vd., Eylül 2006, Dipnot: Ankara). Eleştiri ve görüşleriniz için: narinozgur@yahoo.com

[2] Yazıyı okuyarak değerlendirmeleriyle ve eleştirileriyle katkıda bulunan Özgür Mutlu Ulus’a, Melda Öztürk’e ve Fuat Ercan’a teşekkür ederim. Sağ olsunlar…

[3] Rikowski vd., bu tasnifi, alaycı biçimde, insanları kutulara yerleştirme olarak betimliyorlar (Allman, P., McLaren, P. & Rikowski, G. , 2002).

[4] Hegel, “Renk, ışık ile karanlığın somut bütünlüğü olarak kavrandığında” (Hegel, 1969: 656-657), bu diyalektik ilişki kendi tikelleşmesini, yani renkleri yaratır demektedir.

[5] Hegel, şunu da vurguluyor: Diferansiyel matematiğin (calculus) görünürde bir hızı olmayan olgulara uygulanmaya başlamasıyla örneğin (doğrusal hareketi dışında) ışığa uygulanmaya başlamasıyla ışığın davranışının niceliksel olarak incelenmesi renklere varmıştır (Hegel, 1969: 293). Aynen bu kelimelerle, ışığın doğrusal hareketinin ardındaki dalga hareketi anlatılıyor. Burada rengin, diferansiyel hesap ile matematiksel olarak incelenebilen farklı dalga boylarındaki ışık olduğu gerçeği, Hegel’in rengi bir varsayım olarak almaktansa bu rengin türediği ışığı bir nitelik olarak almasıyla, aydınlık-karanlık diyalektiğinden, niceliği yani renkleri türetmesiyle sonuçlanmıştır. Özcesi, diyalektiği ak kara ikilemi ile karikatürleştirip bir yana bırakanların tersine, Hegel, renklerin, aydınlık ve karanlıktan nasıl türetilebildiğini, nitelik-nicelik arasında kurduğu diyalektik ilişkiyle karikatürleştirilemeyecek denli etkili bir biçimde açıklamaktadır. (Çeviride reflection, yerine düşünüşü kullandım, düşünüm de kullanılabiliyor. Ancak batı dilinin bu önemli kavramını çevirirken, içeriğin tam karşılığını çeviride yerli yerine oturtamadığımı da belirtmeliyim. Reflection, yine batı dilindeki yansıtma anlamına koşut biçimde üzerine düşünen kişi ile düşünülen nesne arasındaki ayrımı belirttiği gibi düşünenden, düşünülene yansımalı bir ilişkiyi de önemli bir biçimde vurgular, düşünen ile düşünülen birlikte olduğu kadar ayrıdır da.)

[6] Yaşanan tarihin yükü, yine Marks’ta ve Hegel’de karikatürleştirilen başka bir kavram olan “bütünlük” (totality) kavramına yönelik eleştirileri hatırlatıp, “totaliter” (!) olmamak adına şunu bile vurgulamak zorunda bırakıyor: tıpkı ışığın niteliklerden sadece biri olması gibi, sınıflar da, milyonlarca yıllık insanlığın tarihsel bir dönemde bir yük olarak sırtında taşıdığı niteliklerden sadece biridir. Sınıf, patriyarkal ilişkinin kökenlerini, cinsiyet ayrımı gibi kendi öncesine giden ilişkileri açıklamaz; sınıfsal karşıtlık bunları kurmaz, olsa olsa sadece kendi kutuplaşmasına göre yeniden üretip kurumlaştırabilir. Öyleyse bıkmadan usanmadan yinelemek gerekiyor, iki karşıt sınıf her şeyi açıklamaz ama düşünüldüğünden çok şeyi açıklar.

[7] Bugün yaşamın farklı renklerini hatırlayıp, hatırlatanlar şunu unutuyorlar: diyalektik düşünceyi güçlü bir biçimde kullanan Marks da, bu düşüncenin kurucularından Hegel’de bu yeniliklerin, tartışmaların içinde yetiştiler; bu nedenle, diyalektiği, basit bir karşıtlık olarak algıladıklarını sanmak, farklılıkları yok saydığını düşünmek bilinçli olarak yapılmıyorsa, epey bir safdillik olacaktır. Post modern düşüncenin, diyalektiğe, farklılık ve özdeşliğin diyalektik birliğine, totaliterlikle damgaladığı bütünlük (totality) fikrine karşı amansız saldırısıyla oluşturduğu öcü, artık bu kavramların Hegel ve Marks tarafından gerçekte nasıl ele alındıklarının bile karartılmasına varmıştır.

[8] Soydan soya aktarılan aristokratlık ya da toprakla birlikte mülk olarak alınıp satılan serflik gibi, artık ürüne dolaysızca, ekonomi dışı zor ile el koymaya dayanan eski tip sınıflaşmanın yerine yenisinin doğduğu ilk oluşum dönemi, bu yeni sınıfların adlarının en belirgin duyulduğu dönem idi. “Sınıfın ortaya çıkışının esas tarihi, … toplumsal konumun, kalıtsal olarak devralınmasındansa bu konumun elde edildiğine, kazanıldığına dair artan bir bilinçlilik ile ilgilidir. Bundan önce [kullanılan – ç. n.] sözcüklerin hepsi… toplumsal konumun doğuştan belirlendiği bir topluma aittir… Bilinçlilikte değişen şey, … yeni türden bölünmeler de dahil olmak üzere toplumsal bölünmeleri bilfiil yaratan … özel bir toplumsal sisteme dair yeni bir fikir idi.” (Williams, 1976, s. 52).

[9] Bu tarihsel dönüm noktalarını daha önceki bir yazıda biraz daha ayrıntılı incelemeye çalışmıştım (Narin, 2005)

[10] Eğer başta vurguladığımız üç tarihsel dönem için simgesel tarihler seçmemiz gerekseydi: Weber’in dönemi için, 1871 Paris Komünü’nün yenilgisi sonrası dönem diyebilirdik. İkinci dönem için tek bir tarih zordur: İki Dünya Savaşı arasındaki 1917 Rus Devrimi, onu izleyen 1929 krizi ve İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki sınıf hareketindeki gerileme belirtilebilir. Üçüncü dönem, ’70 krizi, SSCB’nin dağılması gibi iki etkenle simgelenebilir. Bu durumda Marks, bu üç dönemin öncesindeki başka bir sınıfsal yeniden yapılanmanın içinde kalır: Avrupa’daki 1848 Devrimleri ile 1871 Paris komünü arasındaki fırtınalı dönem..

[11] Bkz. Öngen (2003), Bottomore (2002).

[12] Krş: Marks (1999: 10). Son derece önemli olan içeriği nedeniyle Kapital’e Ek’in Türkçeye de çevrilmesi gerçekten sevindirici ancak İngilizce metinde “circular” olarak geçen nitelemenin yerine “karmaşık” denmiş.

[13] “bu mübadeleyi basit dolaşımın sınırları dışına taşıran… mübadele edilen özgül kullanım değeri, yani çalışma kapasitesinin kullanım değeridir” (Rosdolsky, 191

[14] Hatta, baştan beri yazıda örtülü bir tartışma olarak saklı bulunan “özne ile nesnenin diyalektik birliği”ni anımsatırcasına, ışık da hem dalga ham de parçacık özelliği taşır, dalga olduğunu göstermek için yapılan deneyde tanecik, tanecik olduğunu göstermek için yapılan deneyde ise dalga özelliği gösterir.

[15] Burada, bir önceki döngü örneğini hatırlamak gerekir, basit meta dolaşımı, kapitalizm öncesi bir üretim yordamında da vardır. Bir döngü ile diğer döngü arasındaki sıçrama sırasında, somut olarak kapitalist üretim yordamı ile pre-kapitalist üretim yordamları karşılaşırlar, bu durumda eski üretim yordamının kalıntısı olan, artığa el koymadan doğan sınıflar ile kapitalizmin karşıt sınıfları bir arada geçiş sürecinde yer alırlar. Kapitalist-işçi sınıfı karşıtlığı, özgül bir üretim yordamına ait kavramsal soyutlama iken, toplumsal formasyonda farklı üretim yordamlarının eklemlenmesiyle sınıfların bileşimi çeşitlenecektir. Benzer bir hatırlatma için bkz (Öngen, 2003).

[16] Kapitalist üretim ilişkilerinin bitip yeni bir üretim ilişkisinin başlaması anlamında bir uğrak.

[17] Bu ayrımı simgeleyen şiarlar şunlar idi: “herkese çalıştığı kadar” ile “herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre”.

[18] Neden farklı nitelik, yetenek ve potansiyele sahip insanlar, metalar dolayımıyla eş bir ölçme sisteminin cenderesi altına sokulmaktadırlar? Üretimin sonuçlarının herkese yetebileceği bir bolluk toplumunda neden hala a kadar x malı = b kadar y malı denilerek somut insan emeğinin bir ürünü olan farklı mallar soyut insan emeğinin karşılaştırıldığı bir piyasada tek bir ölçü altında bir araya getirilsinler? Marks’ın “eşitlik” hala burjuva hukukunun sınırları içindedir derken, ulaştığı sonuç şu anlama gelir: böyle bir eşitlik, toplumun kapasitesini ve toplumsal ilişkileri metalar arası ilişkilerden hala tümüyle kurtaramamaktadır, bu eşitlik ilişkisi aşılmalıdır.

[19] Yukarıda birinci noktada belirtilen eşitlik, farklı düzeydedir; o, üretim ilişkileri değiştikten sonraki eşitliktir ve Marks burada da kalmanın doğru olduğunu düşünmez.

[20] “‘Sınıflar’, ‘Statü grupları’ ve ‘partiler’ bir topluluk içindeki güç dağılımıyla ilgili olgulardır”(Weber, 2002: 269)

[21] Bu içerme/dışlama ilişkisi, sınıf, statü grubu gibi herhangi bir sosyal grubun tanımlanmasında temel rol oynar. Sosyal kümelenme (social clustering), kapalılık (closure) ve bu kapalı gruplar arası toplumsal hareketlilik (social mobilization) sınıf ve sosyal gruplaşma analizlerinin temel özelliklerini oluşturur. Her sınıflama, bir içerme (kümelenme) ve dışlama (kapalılık) ilişkisini kapsar.

[22] “Bizim terminolojimizde ‘sınıflar’, ‘sosyal topluluklar’ değildir; yalnızca toplumsal eylemin mümkün ve muhtemel temelini temsil ederler” (Weber, 2002: 269)

[23] Weber’de, sosyal düzen statünün gruplar arasında dağılımı ile belirlenir (Sencer,1974: 74).

[24] (Weber, 2002: 279, 281-282, 285)

[25] Farklı bir çeviri için karş. (Weber, 2002: 277)

[26] “Weber tarihi maddeciliğe, tümüyle yanlış olduğunu söyleyerek karşı çıkmaz, yalnızca tek ve evrensel bir nedensellik silsilesi kurma savını kabul etmez. Bir nedensellik önermesine indirgediği diyalektik düşünceyi ‘anlayıp anlamadığı’ sorunu bir yana, onun bu yaklaşımı çok yararlı sonuçlar vermiştir. ”(Gerth ve Mills, 2002: 89) Benzer bir biçimde bkz (Millner,1999: 65).

[27] Marks’ın “genel olarak emek süreci” ile “kapitalist emek süreci” ayrımını, ya da “genel olarak üretken emek” ile “sermaye için üretken emek” ayrımını hatırlamamak elde değil. Birinci ayrımda Marks, her toplumdaki emek sürecini, işçinin emek gücüne yani emek kapasitesine el koyulan kapitalist emek sürecinden ayırmanın ne kadar önemli olduğunu vurgular. Üstelik, ayrım yapmak yerine genel kategorileri kullananların, kapitalizmi özgül bir tarihsel dönem olarak değil de sanki tarih öncesi de var olan mutlak bir sistem gibi anlattıklarını öne sürer.

[28] Donald MacRae’ye göre, Weber’in sosyolojisi Marks’ın hayaletiyle bir tartışmadır (Macrae, 1985: 53). Weber’in yazılarını İngilizcede derleyen Wright Mills ve Gerth ise “bir nedensellik önermesine indirgediği diyalektik düşünceyi ‘anlayıp anlamadığı”ndan(Gerth ve Mills, 2002: 89) bile şüphe duyarlar.

[29] “Değişim amacıyla piyasada rekabet eden insanlardan oluşan bir toplulukta maddi mülkler üstündeki tasarruf hakkının dağılım biçiminin kendiliğinden belirli yaşam olanakları yarattığı, en temel ekonomik gerçeklerden biridir. Marjinal yarar kanununa göre bu dağılım biçimi değerli mallar için girişilen rekabetten mülksüzleri dışlar; mülk sahipleri lehine işler, daha doğrusu mal edinme tekelini onlara verir.”(Weber, 2002:270)

[30] Weber’in çeşitli çalışmalarında öne sürdüğü tezler yaşadığı dönem ile koşutluk içindedir: Weber, 1864 ile 1920 arasında yaşamıştır. Bismarck (Demir Şansölye) döneminin Almanya’sında büyümüş, onun son dönemlerinde hukukçuluğa başlamıştır. Bismarck, 1871’den 1890’a kadar Alman şansölyesi, yani başbakandır. 1870-71’de Fransa’ya karşı savaşlar düzenler, Paris Komünü’nün bastırır ve bu savaş, Almanya’nın birliğini kurulmasında temel bir yere sahiptir. Sadece birliği kurmaktaki lider rolüyle değil, aynı zamanda işçi hareketinin yükselmesi karşısında bürokraside ve devlet içinde aldığı önlemler ile Avrupa burjuvazisi için en ileri ve model bir lider olarak tanınmıştır. Bu arada, Katolik kilisesinin nüfuzunu kırmak için Protestan ahlakını savunan düşünceyi teşvik ederek Kulturkampf adı verilen bir program yürütür. Tesadüf değildir ki, bu koşullarda Weber bürokrasinin rasyonelliğinden ve işlevliliğinden bahseder, böyle bir devlette hukuk çalışır. Kapitalizmin gelişiminde dinin ve ahlakın etkisi üzerine fikirler geliştirir. Protestanlığın gelişiminin kapitalizmin gelişimine etkisi olduğunu belirtir, doğudaki dinlerin orada kapitalizmi -şartlar olgun olmasına rağmen- engellediğini söyler (Doğu’nun Dinleri adlı dizi kitabında). Avusturya Macaristan Kraliyet Ordusu’nun “Düşman Propagandasına Karşı Savunma” bölüğüne “Sosyalizm”e karşı alınması gereken tavrı anlattığı 1918 tarihli seminer (Weber, 1994) ve çeşitli tarihlerde “radikal partilerin” bir tehlike oluşturmadığı yönündeki uyarıları Weber’in sosyalizme karşı tutumunun göstergeleridir.

[31] “Bir dünya tarihi olarak Marxizm, ona [Weber’e -b. n.] savunulamaz, tek nedenliliğe dayanan, dolayısıyla da toplumsal ve tarihsel bağlamların yeterli biçimde açıklanıp anlaşılmasını zorlaştıran bir kuram gibi gelmiştir. Marx’ın bir iktisatçı olarak o dönemde antropologların yaptığı hatayı yaptığını, bütünün bir parçasını alıp en önemli etmen haline getirdiğini ve nedensel etmenlerin çokluğunu tek- nedenli bir teoreme indirgediğini düşünmüştür.” (Gerth ve Mills, 2002: 88-89)

[32] Çelişkili sınıf konumları denilince akla hep Wright gelir, oysa kavramı ilk ortaya atan Carchedi’dir; Wright ile Carchedi çelişkili sınıf konumlarına dair aynı zamanlarda benzer sonuçlara varmışlardır. Marksist görüşe uygun biçimde Carchedi de, sınıfları belirleyen öğe olarak kişilerin üretim ilişkileri içindeki nesnel konumlarını alır (Carchedi, 1975).

[33] Pakulski, “Sınıfın Ölümü” adlı kitabından sonra Wright’ın derleme kitabına yazdığı bir makalede bu görüşünü sürdürüyor. Pakulski’ye göre, metalaştırma ve melezleştirme artık sınıfların belirleyiciliğini ortadan kaldırmıştır; yeni ve daha kompleks eşitsizlik biçimlerinin analizinin yapılması gerekmektedir. Pakulski, bu yeni eşitsizlik biçimlerinin analizlerinin, sınıf analizlerinin sınırlarını ve kapasitesini daha iyi belirleyeceğini de ekliyor (Pakulski, 1999).

[34] İleride açıklanacak olan “dönüştürme” tanımı, burada sisteme dair yapısal bir dönüşümü sağlayan anlamında kullanılmaktadır. Sermaye birikim sürecinde artı-değer çekme ve bunu değerlendirme mekanizmasına hakim olan sermaye sınıfı açısından “dönüştürme” kendi bütünsel sistemine dair bir dönüştürme anlamı taşırken, sınıfsal alandaki bir yapısal düzenleme ile sonuçlanır. Sermaye içi çatışmaların yapıyı belirlemesi, ancak sermaye ile işçi sınıfı arasındaki yapısal gerilimlerin sınırları içinde mümkündür, nihai olarak bu çatışmaların yapısal kurumlaşmalara yansıması sermaye ile işçi sınıfı arasındaki gerilim dolayımı ile olur.

[35] “…endüstriyel kapitalist toplumlar ne tamamen uyumlu ne de tamamen çatışmalı olduklarına göre, sadece bu iki varsayımdan birine dayalı olan sınıf şemaları gerçekçi değildir. Başka bir deyişle, sınıf yapıları paylaşılan değerleri ve çatışan çıkarları yansıtmaktadır. Dolayısıyla, modern toplumsal yapının bu iki boyutunu birleştiren bir sınıf şemasına ihtiyaç vardır. ‘Önemli olanın öncüller değil sonuçlar’ olduğu iddia edilse de (Erikson ve Goldthorpe …), herhangi bir şemanın başarılı olup olmadığına karar vermek hem kuramsal hem de ampirik değerlendirmeleri gerektirir … Açık olan şudur ki, hiçbir şema avantaj ya da dezavantaj tekeline sahip değildir; bunlar araştırma hedeflerine bağlıdır.” (Edgell, 1998:56) Ne kadar şemalaştırılsa da aslolan “araştırma hedefleri” olarak kalıyor.

[36] Işığın, yani aydınlık ve karanlık karşıtlığının, farklı prizmalarda, farklı camlarda ayrı renkler, kırılmalar ortaya çıkarması, kapitalist üretim yordamının, farklı toplum biçimleri, üretim yordamları ile buluşmasına benzetilebilir.

[37] Carchedi, Marks’ın döneminde belirgin bir ayrımı tekrar hatırlatmaktadır: karşıtlık (antagonizm) ile çelişki arasındaki ayrım “Bununla birlikte, antagonistik ilişki (yani karşıtlık –ç.n.) çelişkili bir ilişki değildir. Çelişkili bir ilişki, birbirinin doğasını değiştirme yönündeki karşılıklı girişimi ima eder.” (Carchedi, 1987: 76)

[38] Belki, diyalektik yerine ilişkisel deniyor olabilir. Ancak diyalektiğe yönelik en yaygın eleştiri ve karikatürleştirmelerin, yine değindiğimiz ikinci dönemde, bir sınıfsal yeniden yapılanmanın ardından geldiğini de hatırlatmak gerek. Bu bir tesadüf değildir.

You may also read!

Gazze’de savaş, Ukrayna’da savaş, ” savaş ekonomisi “… Kapitalizm savaştır, kapitalizme karşı savaş!

Başlamasından 5 ay sonra, İsrail ordusunun Gazze’de yürüttüğü savaş, UNICEF’e göre %70’i kadın ve çocuk olmak üzere, çoğunluğu silahsız

Read More...

Dublin’de İşçi Bayramı Konuşmasından (James Connolly, 1915)

Bay James Connolly, bazı insanların şüphelerine, korkularına ve imalarına rağmen bu yıl muhteşem bir katılım olduğunu söyledi. O gün

Read More...

Karl Liebknecht’in 1 Mayıs 1916 Konuşması

Potsdamerplatz, Berlin’de 1 Mayıs 1916 tarihinde gerçekleştirilmiştir. (Gösteride hazır bulunan bir kişinin raporu) BERLİN, 1 Mayıs. Sabahın çok erken

Read More...

Leave a reply:

Your email address will not be published.

Mobile Sliding Menu