Rosa Luxemburg, Kadınların Kurtuluşu ve Marx’ın Devrim Felsefesi adlı kitabını Aralık 2021’ de Türkçeye kazandırdık. Rosa Luxemburg gibi özgün bir komünist şahsiyete özellikle başka bir komünist kadın olan Raya Dunayevskaya’nın gözünden bakalım istedik.
Raya Dunayevskaya, 1905 Rus Devrimi’nden beş yıl sonra, 1910 yılında Ukrayna’ da doğduğunda, bu kitapta adı geçen başlıca figürlerden Rosa Luxemburg (1871 doğumlu) 39 yaşında, Lenin (1870 doğumlu) 40 yaşında, bir dönem sekreterliğini yaptığı Trotskiy (1879 doğumlu) ise 31 yaşındaydı. 1917 Ekim Devrimi’yle başlayan proleter devrimlerin dünya-tarihsel kesitinde biçimlenen Raya Dunayevskaya da daha 13 yaşındayken örgütlü siyasal mücadele saflarına katılan özgün şahsiyetlerdendir.
Dunayevskaya, bu kitapta hem Luxemburg’un teorik ve pratik tarihinden hem de Marx ve Marx sonrası Marksistlerin şahsında Kadın Kurtuluşu ve Marx’ın Devrim Felsefesine ilişkin tespitleriyle, kendi zamanının perspektifini sorgulayarak oldukça özgün ve kurucu bir metin ortaya koymuştur.
Luxemburg, 1914’ de Emperyalist Dünya Savaşı patlak vermeden önce anti-militarist ve savaş karşıtı eylemleri ve sosyalist devrimci mücadelesiyle en ön saflara geçmişti. Hayatı boyunca çok çeşitli baskılara uğrayan, defalarca tutuklanarak yıllarını hapishanelerde geçiren Luxemburg, anti-militarist ve savaş karşıtı fikirlerini yayınladığı ve propaganda eylemlerinde aktif rol aldığı için 1915’de tutuklanarak bir kez daha hapsedilmiştir. 1917 Rus Devrimi vuku bulduğunda ise hala kilit altındaydı.
“Karanlık zindana son derece parlak ve ilham verici bir ışık geldi –Rusya’da 1917 Mart [Şubat, ç.n.] Devrimi’nin haberi. Bu öyle tarihsel bir başarıydı, çarlık rejiminin devrilmesi o kadar harikaydı, emperyalist savaştan ortaya çıkan ilk devrim öyle muhteşemdi ki, Luxemburg’un yaşamını aydınlatıverdi. Nisan ayında Marta Rosenbaum’a yazdığı bir mektupta söylediği gibi: “Rusya’daki mucizeler benim için kuşkusuz yeniden doğmak gibi. Hepimiz için kurtarıcı bir ihsan bu. Ben sadece sizin hepinizin onları yeterince takdir etmemiş, burada kazananın kendi davamız olduğunu yeterince fark etmemiş olmanızdan endişe ediyorum. Bu olay tüm dünya üzerinde sağaltıcı bir etkiye sahip olmalı, olacak da; dışarıya, tüm Avrupa’ya yayılmalı; bunun yeni bir çığır açacağından ve savaşın uzun sürmeyeceğinden kesinlikle eminim”. (Dunayevskaya:89)
Özgürlüğüne kavuşması ancak, Alman proleter devriminin Kasım 1918’de başlaması ve devrimci güçlerin hapishaneyi basarak Luxemburg’u bulunduğu zindandan çıkarması ile mümkün olmuştu. Luxemburg özgür kalır kalmaz hızla devrimin ön saflarına atılarak devrimci öncülüğün gereğini korkusuzca yerine getirmişti.
“Luxemburg’un bitmez tükenmez enerjisi, hapishaneden çıkıp –kamusal ve örgütsel– ilk toplantılarına başladığı andan itibaren, yazılarına, gösterilere, grevlere, gazetelerin düzenlenmesine, daha fazla grevlere, daha fazla gösterilere akarken bir saniyeliğine eksilmedi. Belagati, tutkusu, “devrim her şeydir, geri kalan her şey zırva” pratiği, bütün hepsi, katledilmeden önceki bu iki buçuk aylık özgürlüğe sıkıştırılmıştı.”(Dunayevskaya:91)
Bir zamanlar Alman SPD’ nin en aktif üyelerinden biri olan Luxemburg’un partiyle ilişkisine dair daha sonraki gelişmeler ise oldukça dikkat çekicidir. Alman SPD’nin emperyalist paylaşım savaşına destek vererek emperyalizme boyun eğmesiyle birlikte Luxemburg’un parti üyeliğinden istifa etmesi, anti-militarist ve savaş karşıtı politikasında ısrar ederek bu amaçla propaganda eylemleri düzenlemesi gibi gelişmeler, tutuklanarak zindana atılması sürecini de hızlandırmış oldu.
Kasım 1918’de Alman Devrimi başladığında Rusya’da karşı-devrimcilerle iç savaş sürüyordu. Ekim Devrimi’nin devrimci fırtınasını arkasına alan Alman Devrimi ile Ekim Devrimi’nin yolları 1918 Kasımında kesişmiş, aynı hakikatte buluşmuşlardı. Devrimci proleterya, bu sefer de en gelişmiş kapitalist ülkelerden biri olan Almanya’nın burjuva iktidarına karşı savaş açmıştı. Devrimci ve karşı-devrimci güçler, siyasal iktidarın sınıfsal niteliğinde uzlaşamıyorlardı. İktidarın Kurucu Meclis aracılığıyla burjuvaziye devredilmesi siyaseti yürüten SPD ile, İşçi ve Asker Konseylerin iktidarını savunan Komünist Parti uzlaşmaz bir çatışmaya düşerek karşıt cephelerde saflaşmışlardı.
Emperyalist Dünya Savaşına 1914’de yol veren Alman SPD’ nin revizyonist kanadı, 1918’ de başlayan Luxemburg ve arkadaşlarının öncülüğündeki proleter devrimi boğmak istiyorlardı. Alman SPD’nin bu amaçla yürüttüğü karşı-devrimci siyaseti, ihanetin de ötesine geçerek emperyalist savaş yanlısı Sosyal Demokratların savunma bakanı olarak atanan Noske’ nin örgütlediği katliam timi, 15 Ocak’ta Rosa Luxemburg ve yoldaşı Karl Liebknecht’i katletti.
Karşı devrimci Alman SPD’ nin bu ihaneti, hem Alman Devrimi’nin devrimci güçlerini yok etme furyasının önünü açtı hem de daha sonra gerçekleşecek devrimlerde karşı-devrimci siyasetin rol modeline dönüşerek tüm karşı-devrimci siyasetler için ilham kaynağı oldu.
Rosa Luxemburg II. Enternasyonal içindeki “ilk post-Marksist”lerden olan Bernstein’ın geliştirdiği revizyonizme (Shandro, 47) karşı en etkili ve en sert mücadeleyi yürüten kişiydi. Dönemin devrimci komünistlerinin ancak 1914’ de farkına varabildiği bir gerçeği 7-8 yıl öncesinde-hatta Lenin’den bile önce- fark ederek Kautsky’ci oportunizme, reformizme, merkezciliğe karşı bayrak açan, korkusuzca teşhir eden ve en etkili karşı mücadeleyi örgütleyen, Luxemburg, 48 yıllık ömrüne, hem Alman SPD’nin örgütlediği revizyonist karşı devrimle boğulan Alman proleter devrimini, hem de başarıyla sonuçlanan 1905-1917 Rus Devrimlerinin deneyimlerini sığdırırken eş zamanda proleter devrimin kuramlaştırılmasında da çok önemli katkılarda bulundu. Alman Komünist Partisi’nin kuruluşundaki önderlik rolüyle, devrimci iktidarın proleter karakterine dair sadakatiyle, iktidarın İşçi, Asker Konseyleri’nde olması yönündeki ısrarıyla proleter devrimin proleter iktidarının siyasal biçimiyle birlikte komünist saftaki yerini de perçinlemiş oldu.
Dunayevskaya kitabında, Luxemburg’un kimi fikirlerini kendi perspektifinden açık yüreklilikle eleştirmekle birlikte, onun devrimci aktivist kişiliğine, teorik ve pratik eylemlerindeki gözü pekliğine, devrime sadakatine verilmesi gereken kıymeti vermeyi ihmal etmemiş, bu düşüncelerini somut verilerle pekiştirmiştir.
Dunayevskaya, Kadın Kurtuluş Hareketi’nin, sadece erkeklere karşı yürütülen tekil ve pratik duygusal tepkiler ve eylemlerle yetinmemesi gerektiğine, öncelikle asıl düşmanı olan burjuva kapitalist düzeni hedef alırken eş zamanda Marksist felsefe ve devrimci akıl gücüyle özgürleşeceğine, bu süretle kendinde devrimci özne karakterini inşa edebileceğine dair bir hayli iddialı fikirlerini kitapta ayrıntılı şekilde anlatıyor.
Pratik ve teorik devrimci eylemin diyalektik şekilde iç içe geçtiği bir Kadın Kurtuluş Hareketi’ni öneren ve bunu Luxemburg’un şahsında araştırma ve sunma emeği veren Dunayevskaya, kadın kurtuluşçularını, hem devrimci teorisyen ve pratisyen komünist kadınlar içinde en özgün ve kurucu karakterlerden biri olan Lüxemburg ile hem de onun politik faaliyetleri, teorik araştırmaları ve eserleriyle yüzleşmeye davet etmektedir.
Bu güne kadar Kadın Sorunu’na karşı duyarsız olduğuyla ve şahsen üyesi olduğu Alman SPD içinde uğradığı erkek şovenizmine karşı layıkıyla savaşamadığı iddiasıyla bolca eleştirilen Luxemburg’a hala haksızlık edilmektedir. Luxemburg revizyonistlerin, oportünistlerin, reformistlerin, merkezcilerin, -yalnızca kadın sorunuyla ilgilenmesi, devrim sorunlarından, siyasetin karar verme, yetki ve sorumluluk süreçlerinden uzak durması, kadın sorununu bir kimlik siyaseti olarak yürütmesi- yönündeki kimi dayatmalarına karşı mücadele ettiği, kendisine gösterilen çukurlara düşmediği için de eleştirilmektedir. Bu liberal burjuva yaklaşımın abesliği, devrimci kadın kurtuluşu anlayışıyla taban tabana karşıtlığı ve uzlaşmazlığı ise gün gibi ortadır.
Oysa 1902’den itibaren kadın sorunu hakkındaki sözünü esirgemeyen, kadın kurtuluş mücadelesi yürüten yoldaşlarıyla söz, fikir ve eylem birliği yapmaktan çekinmeyen, çalışmalarına aktif olarak katılan, her fırsatta destekleyen Luxemburg, kendisini özellikle kimlik siyasetine iterek bütüncül devrim siyasetinden sürgün etmek isteyen erkek şovenizminin planlarını suya düşürmekle de yetinmemiştir. Aynı zamanda 2. Enternasyonalin oportünist ve reformistlerinin, kadınların inisiyatifini boğmak için yürüttüğü politikayı boşa düşürmek için 1914’ten itibaren savaş karşıtı kadın siyasetinin en güçlü sesine dönüşmüş olan Gleichheit’ın [Eşitlik] iğdiş edilmesini de engellemiştir.
“Londra ve Stuttgart Kongreleri’nin yapıldığı 1907 yılında düzenlenen Kadın Konferansı’na on beş ülkeyi temsilen elli dokuz kadın katıldı. İtalya’yı temsil eden Balabanoff’tan Rusya’yı temsil eden Kollontay’a kadar herkes Luxemburg ile Zetkin’in önderliğini kabul etmiş, Gleichheit’ı da kendileri için koordinasyon merkezi olarak tanımıştı. Kollontay, konferansın “İşçi kadınların hareketinin Marksist çizgide gelişimine muazzam bir katkıda bulunduğunu” söylerken abartmıyordu. Bağımsız, özerk kadın grupları diğer ülkelerde faaliyet göstermeye başladı.
O zamana kadar, konferansa katılan kadınların Uluslararası Kongre’ye tabi olması gerekmesine rağmen, konferans özerk kalmayı başardı. Bunun başarılma şekli, tipik Luxemburg tarzındaydı. ESB’nin çalışmalarını rapor ederken “eğlenceli” bir dil kullanmıştı. İlk olarak, Büroda görev alan “tek cins-i latif” olmasına atıf yaparak, onları, “Uluslararası Büro’nun çalışmalarını sadece …çok uzaktan bilen yoldaşların onu önemsediğine” ikna edebileceğini söylemişti. “Size bir başka sırrı daha açıklayayım” diyerek esprilerine devam etti. Bu sözler, “Uluslararası Büro’nun acılı düş kırıklıklarıyla dolu dört yılını” tarif etmeye dönüşmüştü. Tüm bu küçümseyici sözler, aklındaki şu tek amaçla, kadınların şunu bilmeleri için sarf edilmişti: “sizler kendi çabanızla bu Uluslararası [Büro’nun, ç.n.] ahlâki merkezini diriltebilirsiniz; bense Yoldaş Zetkin’in bu yükü omuzlayacak olmasına sadece gıpta edebilirim”. Sözün özü, Luxemburg kadınlardan, Uluslararası Sosyalist Kadın Bürosu’nu, ESB’nin bulunduğu Brüksel’e taşımayı reddedip, Gleichheit’in editörü ile Stuttgart’ta kalmalarını istiyordu.”
Rosa Luxemburg, Kadınların Kurtuluşu ve Marx’ın Devrim Felsefesi adlı eser, Luxemburg’un dünya-tarihsel devrimci rolünü göz ardı eden, hayatını, devrimci mücadelesini, teorisini ve pratiğini derinlemesine incelemeye gerek duymayan bazı kolaycı küçük burjuva liberal çizgideki feministlerin Luxemburg’a basmakalıp suçlamalar yönelterek, onun devrimciliğini, kendi zamanının Kadın Sorunu’na verdiği önemi ve emeği değersizleştirmelerine, ne büyük haksızlık ettiklerine dair dikkate değer değerlendirmeler ve tespitler içermektedir.
“Sözün özü, ne Luxemburg’un ‘Kadın Sorunu’denilen meseleyle ilgisinin olmaması ne de Zetkin’in ‘Kadın Sorunu’ dışında hiçbir konuya ilgi duymaması söz konusu; gerçek şu ki, her ikisi de –Kollontay, Balabanoff ve Roland-Holst da–, sadece kadın işçileri örgütlemeye değil, aynı zamanda kadınların önderler olarak, karar alıcılar olarak ve bağımsız Marksist devrimciler olarak gelişmesini sağlamaya yoğunlaşan bir kadın kurtuluş hareketi inşa etmeye kararlıydılar.” (Dunayevskaya:19-20)
“Luxemburg, proletarya tarih yaparken onunla bir olmak istiyordu. Ne var ki ne Polonya’da hali hazırda tarih yapmakta olan Jogiches ne de Alman yoldaşları onu bu çalkantılı zamanlarda Polonya’ya dönmesi için teşvik etti. “Kadın Sorunu” olarak adlandırılan mesele artık herhangi bir genelleme değildi, onu epeyce kişisel bir yerden yaralamıştı: Luxemburg’a sürekli olarak, bir kadın olarak kendisine yönelik risklerin Polonya’ya geri dönen erkek devrimci göçmenlerden daha büyük olduğu söyleniyordu. Her ne kadar Polonya’ya gitmeyi ertelemişse de, böyle bir argüman sadece gidişini kesinleştirmeye yaradı.” (Dunayevskaya:8)
Kadın Kurtuluş Hareketi’nin devrimci özne karakterini öne çıkaran Dunayevskaya, 1789 Fransız Devrimi’nde, İranlı kadınların Kadın Sovyeti’nde (Encümen), emperyalistlerin “Aba İsyanı” dedikleri, Afrikalı kadınların ise “Kadınların Savaşı” olarak andığı, tarihsel vakaların aldığı farklı biçimleri devrim sorunu ile birleştirmekte, bunu da Luxemburg’un devrimin itici ve kurucu gücü olarak kitlelerin kendiliğindenliğine, sınıf bilinci ve örgütlü mücadeledeki işlevine verdiği önem ve yoğun ilgisiyle ilişkilendirmekte, böylece Kadın Kurtuluş Hareketi’ni ve devrimci güçlerin devrimlerde oynadığı rolü birbirine bağlamaktadır.
“Kendiliğindenliğin hem bilinçle hem de “Parti”yle ilişkisi nedir? Rosa Luxemburg’un feminist boyutunun gerek Marksistler gerekse Marksist olmayanlarca bütünüyle göz ardı edilmesi, kayıtların Luxemburg’un bu boyutunu dikkate alarak düzeltilmesini gerektiriyor. Dahası, bugünün Kadın Kurtuluş Hareketi’nin, Luxemburg’un devrimci boyutunu, sadece tarihin hatırı için değil, özerklik talebi de dâhil olmak üzere günümüzün talepleri için de özümsemesine ihtiyaç var.” (Dunayevskaya: xxvi )
Kitlelerin kendiliğindenliğinde, sınıf mücadelesinin ve dünya-tarihsel gelişmelerin nabzını tutabilme, devrimin olası saatini yeniden kurabilme gücünü ve potansiyelini gören Luxemburg, revizyonizmin, oportünizmin, reformizmin devrimci güçleri kapitalist düzenin sınırları içinde tutamadığını; kitlelerin devrimci itici gücü ile proleter devrimin birebir ilişkisini kurabilecek Marksist önderliğe düşen görevlerin ipuçlarının, hatta çoğu kez kurtuluşun olanaklarının kitlelerin kendiliğindenliğinde devrimci potansiyel olarak yaşadığını ileri sürmektedir.
“Kendiliğindenlik açık bir devrim biçimini aldığında, Luxemburg’un bu fenomene duyduğu olağan hassasiyet evrensel bir boyut kazandı, devrim yöntemi halini aldı. Luxemburg’un 1905 Aralık ayında Polonya’ya ayak bastıktan hemen sonra, 1906 yılının başlarında Luise Kautsky’ye yazdığı gibi: “Tek başına genel grev, bir zamanlar oynamış olduğu rolü artık oynayamıyor. Bundan böyle sadece sokaklardaki doğrudan, genel bir ayaklanma belirleyici olacak…”. (Dunayevskaya:21)
Dolayısıyla Kadın Kurtuluş Hareketi’ni kapitalist sisteme karşı devrimci mücadeleden ayrıştıran, ataerkiyi tarihsizleştirmek suretiyle sınırlarını iyice daraltan, bütünsel sınıfsal çelişkiler ile mücadeleden uzakta duran, hatta çoğu zaman teorik ve pratik sınıf mücadelesine karşıt şekilde konumlanarak liberal ve neo-liberal eğilimlerden beslenen feminist hareketlerin pratiklerinin eleştirisini yapabilmek için özellikle Luxemburg’un geliştirdiği “kendiliğindelik” fenomenine dikkatle bakmak yerinde olacaktır.
“Bugünün Kadın Kurtuluş Hareketi, daha önce ne Marksist olmayanlar ne de Marksistler tarafından dile getirilmiş olan yeni ve benzersiz yönler ortaya koymuştur. Ancak, tam da bu görevin tamamlanmamış olması, gerek feminist gerekse de devrimci olarak Luxemburg’un yapıtları üzerine çalışmayı sürdürme ihtiyacına işaret ediyor. Bu da, Marx’ın yapıtlarıyla, sadece “yazılar” olarak değil, aynı zamanda devrim felsefesi olarak da boğuşmak anlamına geliyor. Bundan daha azını yapmak, Kadın Kurtuluş Hareketi’nin, Akıl ve güç olarak tam potansiyeline doğru gelişimini engelleyecektir.” (Dunayevskaya: xxvi)
Luxemburg’un sendikal grevlerin ve reformist oportunist çizgiye kayarak burjuva karakter kazanan Sosyal Demokrat partilerin güdümündeki kitlesel genel grevlerin etkilerine dair çözümlemelerinin tarihsel seyrine bakılırsa, önceleri, Marksist önderlik anlayışından uzak olan sendika liderlerinin ve kitle grevlerini yöneten siyasal partilerin, genel kitlesel kabarışların devrimci karakter kazanmasının önünde bir set oluşturduklarını, kitlesel dalgaların devrimci şiddetini ve basıncını azaltma işlevi gördüklerini düşünmekteydi. Ancak , 1905 Rus Devrimi Luxemburg’a başka bir gerçekliği gösterdiğinde bu fikrini güncelleyerek tamamen değiştirdi. Çünkü 1905 Rus Devriminde, proleter devrimci kitleler, reformist ve oportunist önderlerinin güdümünden kurtulmuş, devrimi bir üst aşamaya sıçratmıştı. Hatta kitlesel eylemlerin genelliği dalga dalga dünyaya yayılarak hareketin çapını hızla Rusya sınırlarının dışına doğru genişletmiş, dünya ülkelerinin proleterlerine yayılmaya başlamış, “açık bir devrim biçimi olarak kendiliğindenlik” evrensel bir fenomene dönüşmüştü.
“Ağustos ortalarında, Luxemburg Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar üzerinde çalışırken, kitapçığın başlıktaki konularla sınırlı olmadığı açıktı; Luxemburg, işin aslı, sadece muhafazakâr sendika önderliğini değil, Marksist önderliğin kendiliğindenlikle ilişkisini de sorgulamaya başlamıştı. Kendisi her zaman kendiliğinden proleter eylemlere çok duyarlı olmuştu. Bu sefer farklı olansa, 1905 Devrimi’nin Marksist önderlikle de tamamen yeni bir ilişki ortaya çıkarmış olmasıydı. En heyecan verici yeni fenomen ise, geri kalmış denilen Rus işçilerin, teknolojik olarak gelişmiş ülkelerdeki, bilhassa da Almanya’daki işçilerden çok daha ileri olduklarını kanıtlamış olmalarıydı. Dahası, Rus Devrimi sadece ulusal bir olaydan ibaret değildi. Hem Doğu hem de Batı üzerinde yarattığı etkide, dünya çapında temel bir güç ve Akıl sergilemişti. Luxemburg, vakit kaybetmeden bunun Almanya’ya tatbik edilmesi üzerine düşünmeye başladı.
Kısaca söylenecek olursa, kendiliğindenlik, bilinçli yönelime karşı salt içgüdüsel eylem anlamına gelmiyordu. Tam tersine; kendiliğindenlik, sadece devrimin değil, öncü önderliğin de itici gücüydü ve onu solda tutmaktaydı. Luxemburg’un kitapçığında dile getirdiği gibi: ‘Gördüğümüz gibi kendiliğindenlik unsuru, istisnasız tüm Rus kitle grevlerinde, ya itici güç ya da engelleyici bir etki olarak, büyük rol oynuyor … Kısacası, Rusya’daki kitle grevlerinde kendiliğindenlik unsuru, Rus proletaryasının ‘eğitimsiz’ olmasından değil de, devrimlerin, hiç kimsenin onlara hocalık taslamasına izin vermemesinden ötürü böyle baskın bir rol oynuyor’.” (Dunayevskaya:21-22)
Kitaba önsöz yazan, 1976 Nikaragua gezisine kadar radikal feministlerle birlikte mücadele eden Adrienne Rich, Dunayevskaya’nın Kadın Kurtuluşu’na yaklaşımını şöyle ifade etmektedir:
“Raya Dunayevskaya, hem Marksizmin hem de kadınların kurtuluşunun tarihinde önemli bir düşünürdü; yirminci yüzyılın en uzun soluklu aktif devrimci kadınlarından biriydi. Sıkı bir entelektüel ve politik bağımsızlık içinde geçen hayatı ve çalışmaları, kendilerini muhafazakâr, liberal veya radikal olarak adlandıranların, politik ve toplumsal değişim için seslerini yükseltenlere yapıştırdıkları türlü türlü bezdirici etikete meydan okudu. …
Dunayevskaya yazılarının ana temalarından birini –deneyim ile devrimci düşünmenin birbirinden kopartılamaz oluşu, “felsefe” ile “gerçeklik” arasındaki karşıtlığın asılsız oluşu– tasvir etmek için kendi yaşamının erken dönemlerinden yararlanıyordu. Gerek geçmiş tarihi gerekse de çağdaş politikayı okuması, düşünme ile eylemin aynı şeyler olmamasına rağmen, sürekli olarak birbirlerini yeniden ele alıp, yenilemesi gerektiği inancına gömülüydü. ..
Entelektüellerin, teorisini yaptıkları insanlardan –isteyerek yahut farkında olmadan– kopması, kerameti kendinden menkul öncülerin ve bu öncülerin “doğru çizgilerinin” gerçek insanların ihtiyaçlarına ve arzularına yabancılaşması, kuşkusuz yeni değildir. Dunayevskaya, yaşamının ve yazılarının tam da bu yapısı ile bize farklı bir yöntem göstermeye çalıştı. Bir hareketin parçası olup, durmadan değişen biçimlerde ve sürekli farklı yüzlerle yeni yeni ortaya çıkan insan güçleri ile birlikte düşünmeye çalışmak neye benzer? Bir madenci grevini, yoksul insanların yürüyüşünü, bir getto isyanını, bir kadın eylemini, hem “kendiliğinden bir eylemlilik” hem de güç, kaynaklar, emek ürünlerinin denetimi, diğer insanlar arasında insanca yaşama kabiliyeti üzerine yeni fikirlerin –belki sel gibi akan bulanık haldeki broşürlerin dışında henüz kâğıda dökülmemiş– somutlaşması olarak nasıl teorize edebiliriz? Geçmişte yaşanan özgürlük mücadeleleriyle sürekliliği koparmadan, “yeni tutkuların ve yeni güçlerin” (Marx’ın ifadesi) faaliyetlerinden, yeni “akıl” veya yeni “düşünce” türlerini nasıl çekip çıkarabiliriz?” (Dunayevskaya: xiii-xiv)
Marx’ın humanizminin Luxemburg’a sirayet eden etkilerini hapishaneden arkadaşına yazdığı mektupta kolayca görebiliriz:
“Diyorum ki, burnumu dışarı çıkarır çıkarmaz, bangır bangır trompet sesleriyle, kırbaç şaklamaları ve av tazılarıyla senin o kurbağa çevreni avlayıp yakıp yıkacağım. Penthesilea gibi, demek istedim; neyse ki hiçbiriniz Achilles değilsiniz. Bu kadar yeni yıl kutlaması yetti mi şimdi? Öyleyse insan olarak kaldığına emin ol… İnsan olmak, gerektiğinde, tüm hayatını neşeyle “kaderin terazisine” fırlatmak demektir; ama her daim, her güneşli günde, her güzelim bulutta bayram sevinci yaşamaktır. Ahh, insan olmaya dair sana yazacak bir reçetem yok…” Rosa Luxemburg, 1916
Dunayevskaya bu parıltıyı alır ve kendi zamanına uygun yanıtlar üretmeye girişir:
“İşte bu bütün hayatı kaderin terazisine atma ihtiyacı; işte bu devrim tutkusu; bu cezaevinde hapsolmaktan çıkıp tamamen yeni perspektifler açma aciliyeti; kısacası, yeni bir topluma ilişkin bakış açısının tamamını karakterize eden şey, işte bu Luxemburg’un “insan olarak kalmak” diye adlandırdığı şeye duyulan ihtiyaç. Bu, yapıp ettiği, gerçek olmasını umut ettiği her şeye damgasını vurdu. Bu, kadınların kurtuluşu için öylesine bambaşka bir yön açtı ki, ilk kez bizim çağımızın bunu bütünüyle –hatta Luxemburg’un kendisinin farkında olduğundan bile çok daha iyi– anlayabilmesini sağladı.
Hem özgün bir karakterin hem de hareket içindeki kitlelerin katkılarını aydınlatan, bu hareket içindeki kitlelerin eskiyi söküp yeniyi yaratma biçimidir.” (Dunayevskaya:104)
Bu kitabın yazarına göre, yeni Kadın Kurtuluş Hareketi’nin günümüzde kazandığı tüm derinliğine, kapsamına ve küresel boyutuna rağmen, sadece burjuva feministlerinin değil sosyalist feministlerin de en ciddi hataları şu şekilde ifade edilebilir:
Aynı anda, bir yandan hem bir devrimci hem de feminist olarak Rosa Luxemburg’u görmezden gelmeleri; bir yandan da, her şeyden önce, Marx’ı, ister iktisatçı, filozof, antropolog, isterse de “politik stratejist” olsun tek bir disipline indirgemeye çalışan erkeklere arka çıkmaları. Ancak gerçek şu ki, Marx her zaman, pratikte olduğu gibi teoride de, teoride olduğu gibi pratikte de bir devrimciydi. (Dunayevskaya:127)
Dunayevskaya kitabının sonuna doğru okuyucularına kritik bir uyarı yapmaktadır:
“Bir devrim felsefesinin yokluğunda aktivizm, neye taraf olduğunu açığa vurmaksızın, kendisini salt anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm içinde harcar”(Dunayevskaya:231)
Biz ise bu denkleme anti-ataerkiyi de katıyoruz!
Kaynakça:
Dunayevskaya, Raya, Rosa Luxemburg, Kadınların Kurtuluşu ve Marx’ın Devrim Felsefesi, Köstebek Kolektif, 2021
Shandro, Alan, Lenin ve Hegemonya Mantığı, Köstebek Kolektif, 2021