Deprecated: Redux::setHelpTab ilevi, Redux 4.3 sürümünden bu yana kullanımdan kaldırılmıştır. Bunun yerine Redux::set_help_tab( $opt_name, $tab ) kullanın. in /var/www/vhosts/kostebek-kolektif.org/httpdocs/wp-includes/functions.php on line 5453

Deprecated: Redux::setHelpSidebar ilevi, Redux 4.3 sürümünden bu yana kullanımdan kaldırılmıştır. Bunun yerine Redux::set_help_sidebar( $opt_name, $content ) kullanın. in /var/www/vhosts/kostebek-kolektif.org/httpdocs/wp-includes/functions.php on line 5453
Özel Güvenlik ve Kapitalist Devletin Dönüşümü: Türkiye Üzerine Eleştirel Notlar - Çağlar Dölek - Köstebek Kolektif

Özel Güvenlik ve Kapitalist Devletin Dönüşümü: Türkiye Üzerine Eleştirel Notlar – Çağlar Dölek

In Açık Seçki, Alet Çantası, Kapitalizm

Giriş: Literatür Üzerine Bir Değerlendirme

Modern devletin tanımlayıcı unsurlarından biri olarak anlaşılagelen güvenlik, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde Anglo-Sakson ülkelerinde filizlenen bir süreç içinde özelleştirilmeye başlanmıştır. Güvenlik alanındaki özelleştirme, özellikle 1980’lerden bu yana toplumsal ilişkilerin piyasa mantığında yeniden yapılandırıldığı neoliberal anlayış çerçevesinde daha da ivme kazanmış ve farklı toplumsal formasyonlarda benzerlikler gösteren bir dönüşüm haline gelmiştir. Bu nedenle, günümüzde birçok ülkede özel güvenlik görevlilerinin sayısı devletin kolluk güçlerinin sayısını aşmış ve gündelik hayatın idaresinde başat bir duruma gelmiş bulunmaktadır. Bu haliyle özel güvenlik sorunsalı, toplumsal ilişkilerin radikal bir biçimde yeniden yapılandırıldığı neoliberal dönemde, devlet-zor ilişkisinin de göz ardı edilemeyecek bir dönüşümden geçtiğini göstermektedir. Bahsi geçen dönü­şüm, gündelik hayatta karşılaşılan özel güvenlik görevlilerini, bu alanda teknik teçhizat (kamera, detektör vs.) ticareti yapan şirketleri ve meselenin “uluslarara­sı boyutu” olan özel askeri şirketleri kapsayan geniş bir sorunsala gönderme yap­maktadır. Eldeki çalışma, toplumsal denetim bağlamında yeni bir zaptetme biçimi olarak ortaya çıkan ve kamu kolluğuna paralel zor pratiklerini gündelik hayatta uygulayan özel güvenlik görevlileri ve bu alanda iş gören özel güvenlik şirketlerine odaklanmaktadır.

Kapitalist devletin toplumsal alanı kurgulama eşiklerinin en önemlilerinden olan polislik işinin (Berksoy, 2007) radikal bir biçimde yeniden tanımlanması an­lamına gelen bu süreci anlamlandırmaya çalışan hatırı sayılır bir literatürün var­lığından bahsedilebilir. Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerdeki dönüşümü açıkla­maya çalışan literatürü, kendi içindeki farklılıklar bir yana, iki genel hat üzerinden anlamak mümkün gözükmektedir. İlk olarak, güvenliğin özelleştirilmesini de kapsayan ama daha genel bir bağlamda devletin şiddet tekelinin kaybolup kaybol­madığı sorunsalına odaklanan neo-Weberci bakış açısının, güvenlik alanının dö­nüşümüne ilişkin yapılan tartışmalara hâkim olduğu görülmektedir. Bu bağlamda, özel güvenlik ve toplum destekli polislik gibi yeni toplumsal denetim pratikleri ampirik-kurumsal bir analize tâbi tutulmakta ve bu yeni pratiklerin modern devletin tanımlayıcı unsuru olan şiddet tekelinin altını oyduğu iddia edilmektedir (Bayley ve Shearing, 1996; 2001; Haspolat, 2005/2006; Jones ve Newburn, 2006; Kempa vd., 1999; Loader, 1997; 2000; Shearing, 2001; 2005; Shearing ve Wood, 2003). Polisliğin “çoğullaşması”, “demokratikleşmesi” ve “sivilleşmesi” olarak kavramsallaştırılan bu dönüşüm, devletten bağımsız toplumsal denetim pratikleri ve aktörlerinin yayılması şeklinde okunmaktadır. Bu bakış açısına göre, polislik alanında “tarihi bir yeniden yapılanma”nın yaşandığı bu süreç şiddet tekeli gibi devlet üzerine varolan geleneksel kavramsal kategorileri geçersiz kılmaktadır (Bayley ve Shearing, 2001: vii). Böylece devlet, toplumsal denetim alanında ortaya çıkan birçok aktör ve süreçle birlikte faaliyet gösteren “diğer bir aktör” düzeyine indirgenmektedir (Zedner, 2006: 82). Bu çerçevede, devlet sorunsalının hızlı bir şekilde geride kaldığı bir ortamda “gerçekte var olan toplumsal denetim süreçlerinin demokratik yönetimi” sorununun önümüzde duran temel mesele olduğu iddia edilmektedir (Dairo Melossi’den akt. Loader, 2000: 323).

Varolan dönüşümü anlamaya çalışan neo-Weberci yaklaşım, özel güvenliği devlete dışsal bir toplumsal denetim pratiği olarak anladığı oranda devletin dönüşümüne ilişkin sorunlu bir tez üretmektedir: devletin küçülmesi. Böyle bir çıkarım ise, özel güvenliğin ne tür bir toplumsal tahakküm biçimi olarak varolan iktidar ilişkilerini dönüştürdüğü ve tam da bu süreçte devletin kendisini hangi yollarla daha baskıcı bir biçimde yeniden ürettiği noktalarını anlamayı imkânsız kılmaktadır. Zira toplumsal denetim pratiklerinin “demokratikleştiği” ve “sivilleştiği” iddiası; kendini daha profesyonel ve baskıcı bir biçimde yeniden yapılandıran kolluk güçlerini (Berksoy, 2007; Wacquant, 2003), yoksulluğu kapatma mekânları haline (yeniden) gelen hapishaneleri (Bauman, 2006; Wacquant, 2001) ve hukuk devleti şiarının sonunu getiren ve özellikle 11 Eylül sonrasında yaygınlaşan küresel olağanüstü hal düzenlemelerini (Özdek, 2002; Paye, 2009) gözden kaçırmaktadır. Özetle, Swyngedouw’un da altını çizdiği üzere (2000: 68), devletin küçülmesi iddiası neoliberal dönemde daha da otoriter bir hal alan zor aygıtlarının bu niteliğini görmeyi engellemektedir. Böylece, tam da bütün bu dönüşümlerin bağrında ortaya çıkan özel güvenlik yoluyla derinleşen tahakküm ilişkileri neo-Weberci literatür tarafından görmezden gelinmektedir.

Neo-Weberci bakış açısının, güvenliğin özelleştirilmesiyle ortaya çıkan ve toplumsal denetim bağlamında karmaşık bir tablo üreten bu süreci okuma biçimi, devlet-toplum/piyasa ilişkisini ontolojik dışsallık temelinde anlamlandırmasından ileri gelmektedir. Buradan hareketle üretilen bilgi ampirik-kurumsalcı bir epistemolojinin ötesine geçememekte, dolayısıyla demokratikleştiği iddia edilen bir alanın neden daha baskıcı toplumsal denetim pratikleri ürettiği sorusu anlaşılamamaktadır. Güvenlik alanındaki dönüşümü anlamaya çalışan ikinci grup tartışmalar ise, tam da bu ontolojik ikilikleri reddederek kendi çıkış noktasını yaratmıştır. Michael Foucault’nun çerçevesini çizdiği iktidar yaklaşımına referansla açıklanmaya çalışılan güvenliğin özelleştirilmesi olgusu, daha genel anlamda neo- liberalizme içkin olan iktidar rasyonalitesi ve tahakküm ilişkileri bağlamında anlaşılmaktadır (Atılgan, 2007; Burchell vd., 1991; Dean, 2002; Joseph, 2007; Miller ve Rose, 1992; O’Malley, 2002; Rose, 1987, 2000; Yardımcı, 2009). Devlet-toplum, hukuk-şiddet gibi ontolojik ikiliklerin ötesine gitme amacıyla işe koşulan (neoliberal) yönetimsellik kavramı, özel güvenlik konusunu sorunsallaştıran neo-Foucaultgil tartışmaların merkezinde yer almaktadır. Foucault’ya göre modern toplumları karakterize eden ve hükümranlık-disiplin-yönetimden oluşan yönetimsellik ya da yönetimsel rasyonalite; hedefi nüfus, temel bilgi biçimleri ekonomi politik ve esas teknik araçları “güvenlik dispositifleri”[1] olan bir iktidar biçimidir. Yönetimsellik, hayatın biyolojik ve toplumsal veçheleriyle yönetilebilir kılınması amacını taşıyan kurumlar, prosedürler, analizler ve düşünceler, hesaplar ve taktiklerden oluşan bir bütündür (Foucault, 1991: 102). Buna göre, nüfusun eylemlerinin yönetimi üzerinden işleyen neoliberal iktidar mantığı (conducting the conduct), bireysel özgürlük ve sorumluluk söylemlerini güvenlik alanına da taşımış ve bu yolla her bireyin aktif bir “polis-vatandaş” olarak iktidar ilişkilerinin içine çekilmesi sağlanmıştır. Başka bir ifadeyle, özgürlük üzerinden yönetimi (governing through freedom) esas alan neoliberal yönetimsel rasyonalite, bireylerin yetkinleştirilmesi ve sorumlulaştırılmasıyla işlemektedir. Böylece, toplumsal bütünün gündelik idaresi “özgür ve sorumlu” neoliberal özneler tarafından sağlanır hale gelmiştir. Bu bağlamda özel güvenlik, toplum destekli polislik ve hatta linç girişimleri (Gambetti, 2007; Goldstein, 2005), neoliberal iktidar tekniği ile kurulmuş öznelerin eylemlerini yöneten temel iktidar stratejileri olarak anlaşılmaktadır. Bu çerçevede, farklı toplumsal denetim pratikleri aynı süreçle kurulan neoliberal öznelerin “kendi adaletini kendin sağla” mantığında geliştirdikleri eylemler olarak okunmaktadır.

Bu ikinci gruptaki tartışmalar sayesinde devlet-toplum, devlet-piyasa, hukuk- şiddet, özel-kamusal gibi ikiliklerin ontolojik dışsallık ilişkisi çerçevesinde anlaşılmasının ötesine geçilmiş ve güvenlik alanında özelleştirmenin hangi süreçlerle mümkün kılındığı ve toplumsal tahakküm ilişkilerinin nasıl dönüştüğü gibi konularda zengin çıkarımlara ulaşılmıştır. Ancak temelde “siyaset felsefesinde hüküm­darın kellesini alma” (Foucault, 1980) amacını taşıyan neo-Foucaultgil literatürün gözden kaçırdığı nokta, kapitalist devletin tarihsel özgüllüğünün ve sınıfsal yapısı­nın, güvenliğin özelleştirildiği bir süreçte ne tür bir dönüşümden geçtiğidir. İktidar ilişkilerinin devleti aşan ve toplumun bağrında sürekli yeniden üretilen niteliğine yapılan aşırı vurgu, güvenlik alanında kapitalist devletin tarihsel özgüllüğünü ve bunun güvenliğin özelleştirilmesi sürecindeki dönüşümünü açıklayamamaktadır. Sonuç olarak, derinleştiği tespit edilen yeni tahakküm biçimlerinin kapitalist devle­tin sınıfsallığı bağlamında ne ifade ettiği gibi elzem bir soru yanıtsız kalmaktadır.[2]

Güvenliğin özelleştirilmesi üzerine yapılan tartışmaların bu kısa dökümü, varo­lan dönüşüme ilişkin önemli bir meselenin üzerinde durulmadan geçildiğini gös­termektedir: güvenliğin özelleştirilmesi sürecinde yeniden tanımlanan kapitalist devletin “sınıf-tarafsızlığı” iddiası. Güvenliğin özelleştirilmesi olgusu, son tahlilde, devletin kamusal olarak ve evrensellik iddiasıyla sağlamayı taahhüt ettiği güven­liğin piyasa bağlamında yeniden tanımlanmasına gönderme yapmaktadır. Bu ev­rensellik iddiasıdır ki, kapitalist devletin hukuksal ve kurumsal olarak kurulan ve devlet-piyasa ayrımı ile yeniden üretilen sınıf-tarafsızlığı iddiasının ve dolayısıyla meşruiyetinin toplumsal temellerini atmaktadır. “Paran kadar güvenlik” düstu­runun yerleştiği bir süreç ise, zorun sınıf temelli örgütlenmesinin önünü açması itibariyle toplumsal-sınıfsal çelişkilerin idaresi bağlamında yeni tahakküm biçim­lerinin işe koşulduğunu, ancak tam da bu yeni teknikler nedeniyle kapitalist dev­letin sınıf-tarafsızlığı iddiasının krizde olduğunu göstermektedir. O halde, varolan dönüşüm, bu çalışmanın da vurgulayacağı gibi, kapitalist toplumsal üretim ilişki­lerinde tarihsel olarak sınıf çatışmasıyla belirlenmiş olan kapitalist devletin özgün konumunun dönüşümü çerçevesinde anlaşılmalıdır.

Meseleyi böyle bir tarihsellik içinde ve Türkiye örneğinin çelişkilerine referans­la tartışmayı amaçlayan bu çalışma üç bölümde örgütlenmektedir. Birinci bölüm, devlet-zor ilişkisinin kapitalizmde aldığı özgül tarihsel biçim üzerine odaklanmak­ta ve kapitalist devletin toplumsal denetim bağlamında çatışmalı bir süreç sonunda kurduğu tekel iddiasının devletin sınıf tarafsızlığı görünümüne ilişkin sonuçlarını tartışmaktadır. Bu bölüm ayrıca, güvenliğin özel tedariki konusunun tarihselliğine vurgu yaparak “devletin var olma sebebi olarak şiddet tekeli” anlayışının tarih-dışı varsayımlarının geçersizliğini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Çalışmanın ikinci bölümü, ilk bölümde kurulacak tarihsel-kuramsal çerçeve içinde, Türkiye’de güven­liğin özelleştirilmesinin çelişkili serüvenine odaklanmakta ve 2004’te çıkarılan 5188 sayılı kanun ile siyasal ve hukuksal bir meşruiyete kavuşturulmuş olan özel güvenlik sektörünün bu tarihten önce bir tür ilkel birikim süreciyle fiili olarak kurulduğunun altını çizmektedir. Bu bölümdeki tartışmanın vurgulayacağı üzere, neoliberal proje­nin toplumsal ilişkileri yeniden yapılandırırken sık sık başvurmak zorunda kaldığı hukuksuz ve kuralsız dönüşüm hamleleri, güvenliğin özelleştirilmesi sürecinde de ortaya çıkmış ve devletin bu süreci idare etme biçimi kendi meşruluğunu da tehlikeye atan çelişkili bir sonuç üretmiştir. Çalışmanın üçüncü bölümü ise, özel güvenliğin yeni bir toplumsal denetim biçimi olarak gündelik hayatta başat hale gelmesiyle de­rinleşen tahakküm ilişkilerine odaklanmakta ve bu bağlamda kapitalist devletin sınıf tarafsızlığı iddiasının hangi süreçlerle dönüştüğünü tartışmaktadır.

Kapitalist Devlet ve “Güvenliğin Özel Tedariki”: Tarihsel ve Kuramsal Çıkarımlar

Thomas Hobbes, John Locke ve Jean Jacques Rousseau gibi düşünürlerden beslenen liberal siyaset felsefesi geleneği, toplumun siyasal örgütlenmesi sorununa soyut bir doğal durum tasavvuru üzerinden yaklaşır ve devlet-zor sorunsalını bu bağlamda anlamaya çalışır. Bu bakış açısına göre, devlet bireylerin doğal durumla­rında sahip oldukları hak ve özgürlüklerinden feragat etme pahasına yaptıkları bir sözleşmenin ürünüdür; asli görevi ve meşruiyet kaynağı tebaasının güvenliğinin ve toplumsal barışın sağlanmasıdır. Batı siyaset felsefesinin önemli bir dayanağı olage­len bu önerme daha somut temellerde 20. yüzyılın başında Max Weber tarafından işlenmiş ve devlet, belli bir toprak parçası üzerinde şiddet tekelini münhasıran ve meşru bir biçimde kullanma yetkisinin rasyonel-kurumsal ifadesi olmuştur. Özel­likle Weberci literatürde kurumsal bir biçimde anlaşılan devlet-zor ilişkisi, son dö­nem tarihsel sosyologlar tarafından daha karmaşık bir tarihsel-kuramsal analizin temelini oluşturmuştur. Anthony Giddens (1985), Michael Mann (1988) ve Char­les Tilly (1990) gibi düşünürler tarafından yapılan ufuk açıcı tartışmalar, Weberci anlamda tanımlanan şiddet tekelinin tarihsel olarak ordu ve polisin birbirinden ay­rılma sürecinde ortaya çıkan kurumsal işbölümü dolayımıyla yerine getirildiğinin altını çizmiştir.[3] Bu temel önerme, genel anlamda modern devletin şiddet tekelini anlama noktasında göz ardı edilemeyecek bir tarihsel-kuramsal çerçeve sunsa da, bu alanda tartışma yürüten sosyal bilimlerin egemen bütün yaklaşımları, devle­tin şiddet tekelini neredeyse doğal bir durum, verili bir olgu olarak kabul etmiştir (Sancar, 2000/2001: 28). Böyle bir kabul ise, “güvenliğin özel tedariki”[4] gibi tarih­sel bir sorunsalın yeterince tartışılmamasına neden olmuştur (Johnston, 1992: 3). Bu çalışmanın sınırları içinde tüm yönleriyle ele alınması mümkün olmayan bu konuya ilişkin kuramsal ve tarihsel olarak aşağıda çizilmeye çalışılan çerçeve, iler­leyen sayfalarda yürütülecek tartışmanın kavranması açısından önemlidir.

Öncelikle, zorun “tek-elden tatbiki” ile bu alanda neyin meşru olup neyin ol­madığının “belirlenmesi/tanımlanması” anlamında kurulan “tekel” arasında ayrım yapmak, hem güvenliğin özel tedariki meselesini dışlamamak hem de kapitalist devletin bu alandaki tarihsel özgüllüğünü gözden kaçırmamak adına isabetli gö­rünmektedir. Bu bağlamda, devlet açık şiddetin doğrudan tatbiki anlamında an­laşılan şiddet tekelini elinde bulundurmamıştır ve bulundurmamaktadır. Tarihsel örneklere bakıldığında, emeğin disipline edilmesi amacıyla işe koşulan ve “grev kırıcı” olarak adlandırılan “özel polis”in 20. yüzyılın ilk yarısında bile var olduğu, ancak bunlara karşı artan toplumsal hoşnutsuzluğun hukuk üzerinden kurulan kısıtlamalarla devlet tarafından giderilmeye çalışıldığı görülmektedir.[5] Öte yandan, bireyin can ve mal güvenliğinin sağlanması uğruna zora başvurmanın kabul edi­lebilir bir pratik olduğu noktası unutulmamalıdır (Clarke, 1991: 186). Zira bu amaçla uygulanan zor pratikleri, meşru müdafaa adı altında hukuksal çerçevede devlet tarafından tanınmaktadır. Buradan hareketle, devletin tekel iddiasının meş­ru güç kullanımın “tanımlanması” erki üzerine olduğu ve bu erkin devletin şiddet araçlarını “elinde bulundurmasını” veya bu araçları kullanan insanları istihdam etmesini gerektirmediği sonucu çıkartılabilir (Ryan ve Ward’dan akt. South, 1997:109). Böyle bir çıkarım, zorun modern toplumlarda aldığı ve devletin kurumlarında cisimleşen örgütlü ve merkezi biçiminin göz ardı edilmesi anlamına gelme­mekte, modern devletin sahip olduğu özgül yetkinin altını çizmektedir: meşru ve gayri-meşru şiddetin hukuk dolayımıyla ayrılması.

O halde, devlet-zor ilişkisi üzerine yapılacak bir tartışma, soyut bir “devletin var olma sebebi olarak şiddet tekeli” (Özler, 2007) ekseninde değil, kapitalist devletin dönüşümü çerçevesinde yürütülmelidir. Bu ikinci noktayı daha iyi anlayabilmek için devlet-zor ilişkisinin kapitalizmle birlikte aldığı özgül tarihsel biçimin altını çizmek gerekmektedir. Başka bir ifadeyle zorun, modern devlet tekelinde merkezi­leşerek örgütlü bir biçim alması ve toplumsal alandaki diğer zor pratiklerinin belli bir gayri-meşruluk kategorisi içinde soğurulması, her şeyden önce kapitalist top­lumsal üretim ilişkilerinin tarihsel özgüllüğü çerçevesinde anlaşılmalıdır. Bu bağ­lamda, Ellen M. Wood’un kapitalist toplumları kapitalizm öncesi toplumlardan ayırırken kullandığı kuramsal çerçeve oldukça açıklayıcıdır (1995: 19-48; 2003: 9-25). Buna göre, kapitalizm öncesi toplumlarda artığa el koyma süreci, ekonomik ve politik tahakkümün birlikteliği ile mümkün olmaktadır. Başka bir ifadeyle, fe­odal toprak ağasında cisimleşen iktidar, sadece politik-hukuki zoru temsil etmez; aynı zamanda iktisadi sömürünün de merkezine gönderme yapar. Bu çerçevede serflik, artığa el konması sürecinde, feodal toplumsal üretim ilişkisinde ekonomik ve politik-hukuki zorun eşzamanlı olarak işlediği bir ilişki biçiminin ifadesidir.

Bu ortamda olabildiğince çok artı-ürüne el konması amacıyla örgütlenen feodal devlet, bu süreci insanların gündelik hayatına müdahale etmeden açık şiddeti kul­lanarak idare etmeye çalışır. Bunun temel nedeni, Mann’in (1988) de söylediği gibi, modern devlet öncesindeki devlet yapılanmalarının topluma nüfuz edebilmesinin koşulu olan “altyapısal iktidar”dan yoksun olmasıdır.

Devletin topluma nüfuz etme kapasitesinin sınırlılığı ise belirli bir polislik bi­çiminin dayatılmasıyla sonuçlanmıştır. Ergut’un “kolektif sorumluluk” olarak ta­nımladığı bu polislik biçiminde pre-kapitalist devlet, toplumu topyekûn kuşatan denetim pratik ve aygıtlarından yoksun olduğu ölçüde polislik işini yerel iktidar gruplarına devretmekte/dayatmaktadır. Böyle bir polislik biçimi ise, gerekli alt­yapısal imkânların bulunmadığı ölçüde suçun önlenmesi ve cezalandırılması konularında daha seçici bir pratikler bütününün ortaya çıkmasına neden olmuştur: yoksullara odaklanılıp zenginlerin rahat bırakılması (Ergut, 2004: 49). Böyle bir ortamda, var olan polislik pratikleri hâkim sınıfın çıkarlarına açıkça hizmet eder bir tarzda örgütlendiği için, devletin sınıfsallığı — ileride tartışılacağı üzere — kapi­talist devlete kıyasla daha görünür bir biçim almıştır.

Kapitalizm öncesi toplumlardaki ekonomik ve siyasal egemenliğin bir mer­kezde yoğunlaşma hali, kapitalist üretim ilişkilerinin kendini yerleştirdiği 16. yüzyıl sonrası dönemde ve şiddetli toplumsal çatışmalar sonucunda yeniden tanımlanarak, tarihsel olarak özgül bir siyasal örgütlenme biçimi olan modern devleti doğurmuştur. Kapitalist devletin tarihsel özgüllüğü ise temel olarak eko- nomi-siyaset ayrımında yatmaktadır. Bu ayrım, bir yandan üreten ve artı değere el koyan toplumsal sınıfların ortak olarak pazarın kişisel olmayan zorlamalarına tâbi olmaları itibariyle sömürü ilişkilerinin iktisadi alanda gerçekleştiğine gön­derme yapar. Öte yandan, ekonomi dışı zorun ekonomik sömürüden görünürde ayrıldığının ve politik-hukuki zorun örgütlü devlet aygıtlarında cisimleştiğinin altını çizer. Bu ayrımın kendisi ontolojik dışsallık temelinde anlaşılabilecek özsel bir ayrım değil; artığa el koymanın kapitalizmle birlikte aldığı özgül tarihsel biçimdir (Bonefeld, 1992; Clarke, 1991; Poulantzas, 1978; Wood, 1995, 2003). Bu özgül tarihsel biçim, tartışılan konu bağlamında Giddens’a referansla söyler­sek, şiddetin emek sözleşmesinden çıkarılması anlamına gelmektedir (akt. Ergut, 2004; 75). Böylece, emek-sermaye çelişkisinin temeli olan sömürü ilişkisi siyasal içeriğinden soyutlanarak kendinden menkul bir alan olarak sunulan piyasa me­kanizmasının kişisel olmayan “yasaları” ile yönetilirken, politik-hukuki zor bu alana dışsal bir siyasal alanda tezahür eder gibi görünür.

Ekonomi-siyaset ayrımının kendisi sınıf iktidarının ve dolayısıyla kapitalist devletin sınıfsallığının yeniden üretilmesinde temel bir öneme sahiptir. Nitekim, toplumun içsel olarak pasifleştirilmesi anlamında devletin şiddet tekelini kurdu­ğu 19. yüzyılda, devlet tarafından piyasa ilişkilerinin bir veçhesi olarak yoksulluk (poverty) ve piyasaya tâbi olmanın reddi anlamında aylaklık (idleness), düşkünlük/ muhtaçlık (indigence/pauperism) ve serserilik (vagrancy) gibi kategoriler arasında kurulan ayrım, İngiliz polisinin bu dönemde “tehlikeli sınıflar”la baş edebilmesi­nin koşullarını yaratmıştır (Neocleous, 2006: 29-37, 91-95, 117-119). Bu ayrımla birlikte, aylaklık, düşkünlük ve serserilik gibi kavramlar ücretli emek formu üze­rine kurulu toplumsal düzeni tehdit eden neredeyse tüm davranışların soğurul­duğu temel bir siyasal kategori olarak kurulmuş ve yoksulluğun zapt edilmesinin “meşru” bir dayanağını oluşturmuştur. 19. yüzyılda modern bürokratik, kurumsal ve profesyonel kimliğine kavuşan polisin tarihsel gelişim sürecini inceleyen Neocleous, “yoksulluğu zaptetme” meselesinin 16. yüzyıldan itibaren şekillenen mo­dern polis projesinin merkezinde yer aldığını hatırlatmaktadır. Nitekim yazarın 1667 yılında Fransa’da yerel bir belediye meclisi üyelerine tavsiye olarak kaleme alınan bir metinden aktardığı şu ifadeler, modern polis projesindeki bu merkezi temayı gözler önüne sermektedir: “[B]olluk emeğin, yoksulluk da aylaklığın ürünü olduğundan, en önemli meselemiz yoksulları zaptetmenin ve onları işe sürmenin yollarını bulmaktır” (Neocleous, 2006: 32). Bahsi geçen bu ayrım, suç ve suçlu im­gelerinde radikal bir dönüşümün toplumsal temellerinin atıldığı siyasal bir projeye gönderme yapmaktadır. Feodal zincirlerden kurtulma uğruna burjuvazinin “soylu haydut” olarak göklere çıkardığı tüm eşkıyalık biçimleri, bu projenin doruk nok­tasına ulaştığı 19. yüzyılda “adi/kötü cani” ya da “sosyal patoloji” yaftasıyla kurulu düzenin gayri meşruluk sınırlarında siyasal içeriğinden arındırılmıştır (Özkazanç, 2007: 218, 219). Bu süreç ise, “tehlikeli sınıflar”ın ehlileştirildiği ve suçun bireysel bir patoloji olarak kurulduğu bir dönemi beraberinde getirmiştir.

Devletin şiddet tekeli ve bu tekel üzerinden kurulan “meşruiyet” sorunsalı bu bağlamda değerlendirildiğinde, hem güvenliğin özel tedariki konusunda var olan süreklilikler anlamlı kılınabilir hem de kapitalist devletin bu alandaki öz­gün konumu açıklanabilir. Buradaki meşruiyet meselesi ise, evrensel olarak hukuk dolayımıyla kurulan ve toplumsal pratiklerde maddileşen “şiddet kullanımının tanımlanması” noktasına ilişkindir. O halde, daha önce bahsi geçen ayrıma refe­ransla söylersek, devletin meşru olarak elinde bulundurduğu tekel, zorun topyekûn tatbikine ilişkin değil, zora dayalı pratiklerin toplumsal ilişkilerde meşru olarak kabul edilip edilemeyeceğinin tayini ile ilgilidir. Buradaki meşruiyet sorunsalının gönderme yaptığı ise, kapitalist devletin kendini sınıf-tarafsız bir iddia ile yeniden üretmesi meselesidir. Başka bir ifadeyle, güvenliğin kamusal tedariki ya da evrensel bir biçimde herkesin güvenliğinin sağlanması iddiası, kapitalist devletin toplumsal olarak meşruiyetini sağlamasının temel dolayımlarından biri olmaktadır.[6]

Böyle bir tarihsel-kuramsal çerçeveye dayanan bu çalışmanın temel iddiası, ne­oliberal dönemde güvenlik alanında yaşanan dönüşümlerin, kapitalist devletin ta­rihsel olarak özgül bir biçimde tanımlanmış konumunun dönüşümü çerçevesinde anlaşılması gerektiğidir. “Meşruiyetin metalaşması” (South, 1997: 113) olarak da tanımlanabilecek bu süreç, liberal öğretide doğal haklar arasında sayılan can ve mal güvenliğinin, sınıfsal farklılıklara referansla farklı standartlar temelinde sağlana­bileceğinin kamusal olarak meşrulaştırılması anlamına gelmektedir. Bu durumun kendisi ise, Tanıl Bora’nın da dikkat çektiği gibi (2004: 22), “eşitlik ve adalet fikri­nin altına konulmuş bir tahrip kalıbı” olması itibariyle kapitalist devletin kendini “sınıf-tarafsız” bir biçimde yeniden üretmesinin temellerini sarsmaktadır. Bu dö­nüşümün Türkiye bağlamındaki yansımaları çalışmanın bundan sonraki kısmında tartışılacaktır.

Türkiye’de Güvenliğin Özelleştirilmesi: Meşruiyet-Toplumsal Denetim İkileminde Kapitalist Devlet

Türkiye’de güvenliğin piyasa ilişkilerine eklemlenmiş bir ilişki biçimi olarak kurulması, devletin yeniden yapılandırılması sürecinde yaşadığı meşruiyet krizi ve piyasanın güzellenmesine dayanan hegemonik söylemin güvenlik alanına da akta­rılması çabası arasında gidip gelen çelişkili bir süreç sonunda mümkün olabilmiş­tir. Devletin kendi kurumsal yapılanması içindeki çatışmalar üzerinden anlatıla­cak bu sürecin detaylı bir analizi, özel güvenliğin bir sektör olarak kurulmasının miladı olan 2004 yılından önce, bu alanda yaşanan özelleştirmenin bir tür “ilkel birikim” döneminde fiili olarak gerçekleştiğini gösterecektir. ilkel birikim, Karl Marx’ın Kapital ’in birinci cildinde ele aldığı üzere, kapitalizmin gündoğumunda emeğin mülksüzleştirme ve topraksızlaştırma yoluyla üretim araçlarından zorla ko- parıldığı ve piyasa disiplinine tâbi kılındığı tarihsel süreci anlatır. Piyasa ilişkilerini önceleyen bir “ilk günah”ın kurucu niteliğinin altını çizen ilkel birikim kavramı, kapitalizmin doğuşuna ilişkin liberal argümanların tarihsel geçersizliğini de ortaya koymuş olur (Marx, 2007: 677-705).

Marx’ın bu kavramının güncelliği iddiasından yola çıkan tartışmalara bakıldı­ğında, ilkel birikimin feodalizmden kapitalizme geçişte bir kez yaşanan ve sonra tekrarlanmayan tarihsel bir durum olmanın ötesinde bir anlam taşıdığı görülmek­tedir. Werner Bonefeld’in “ilkel birikimin sürekliliği” (2001) ve David Harvey’in “elkoyarak birikim” (2003) ve “yaratıcı yıkım” (2006) kavramlarıyla açımladıkları üzere, neoliberal dönemde toplumsal ilişkiler, liberal anlatının aksine, kuralsızlık ve hukuksuzluk üzerine kurulu — açık şiddetin de yer aldığı — bir süreç sonunda ve sayesinde radikal bir biçimde yeniden yapılandırılmaktadır.[7] Özellikle Türkiye gibi Güney ülkelerinde kolaylıkla gözlemlenebilen ve farklı şiddet pratiklerinin de ek­lemlendiği bu kuralsızlaştırma ve hukuksuzluk sürecinin temelinde, piyasa eksenli toplumsal dönüşümü hedefleyen neoliberal projenin 1980 öncesi döneme hâkim olan “kalkınmacı kapitalizm”in politik-hukuki altyapısıyla çatışması yatmaktadır. Bu çatışmayı neoliberal dönüşümler lehine kotarabilecek ve “serbest piyasa”nın ge­rektirdiği kurumsal ve hukuki düzenlemelerin yapılmasını mümkün kılacak siyasi bir zeminin 1990’ların sonuna kadar oluş(turula)madığı da göz önünde alındığın­da (BSB, 2008: 273), sürecin devletin yeniden yapılanmasına ilişkin çelişkili bir tablo ortaya koyduğu daha iyi anlaşılabilir. Nitekim Türkiye’de güvenliğin piyasa ilişkilerine eklemlenme süreci, benzer bir hukuksuzluk ve kuralsızlık sayesinde ve sonucunda mümkün olmuş ve devletin bu süreci idare etme biçimi kendi meşru­luğunu da tehlikeye atan çelişkili bir sonuç üretmiştir. Ancak böyle bir süreç so­nunda 2004’te çıkarılan 5188 sayılı yasa ile zaten fiili olarak var olan sektör, siyasal ve hukuksal bir meşruiyete kavuşturulmuş ve güvenlik alanında piyasa disiplini oluşturulmuştur. Bu dönüşümün, eldeki çalışmanın temel sorunsalı olan kapitalist devletin sınıf tarafsızlığı iddiası açısından ne anlama geldiği son bölümdeki tartış­mada ele alınacaktır.

Özel Güvenliğin İlkel Birikimi ve 2004 Öncesi Dönemde Devletin Çelişkileri

Türkiye’de güvenliğin özelleştirilmesinin tarihsel gelişimine bakıldığında, bu yönde ilk taleplerin 1970’lerin toplumsal çelişki ve çatışmalarının kurulu düzeni tehdit ettiği bir ortamda yükseldiği görülmektedir.[8] Özellikle ideolojik amaçlarla gerçekleştirilen banka soygunlarıyla gündeme gelen “stratejik ve iktisadi öneme sa­hip bazı kamu kurumları ve özel kuruluşların” güvenliği sorununa çözüm olarak özel güvenlik birimlerinin oluşturulması gerektiği ileri sürülmüştür. Derinleşen asayiş sorununun kamu kolluğunun yetersiz kaynaklarıyla çözülemeyeceği yönün­deki bilindik söylem ilk kez dolaşıma girmiş ve bu ortamda “alternatif güçler ve para kaynakları”nın kullanılması gerektiği dillendirilmeye başlanmıştır (Aydın, 2002: 129, 130; Şafak, 2000: 2).

Bu taleplerle ilgili olarak, 1974 ve 1980 yıllarında aynı içerikle hazırlanan iki yasa tasarısı TBMM’ye sunularak Adalet Komisyonu’nda görüşülmüştür. içişleri Bakanlığı ve TBMM içişleri Komisyonu’nun artan toplumsal anarşi ve banka soy­gunlarını gerekçe göstererek hazırladığı iki tasarı da TBMM Adalet Komisyonu tarafından benzer nedenlerle reddedilmiştir. Güvenlik hizmetlerinin kamusal nite­liğine vurgu yapan Komisyon, aksi yönde bir dönüşümün devlet için ne tür sakın­calar içerebileceğini hazırladığı raporda şu şekilde dillendirmiştir: “[D]evletin ben emniyeti sağlayamıyorum, bu sebeple özel kolluk kuvvetlerinden yararlanacağım demesi ayrıca zaaf ifade eder ki böyle bir durum devlete olan itimadı sarsar” (akt. Gülcü 2003). Bu noktadan da anlaşılacağı üzere, özel güvenliğe ilişkin yapılan ilk dönem tartışmalar, devletin meşruiyeti sağlama ve toplumsal denetimi artırma ara­sında yaşadığı ikilemin ilk belirtilerini göstermesi açısından önemlidir. Bu ikilemin somut karşılığını devletin kurumları arasında yaşanan görüş ayrılığı ve çatışmalar­da gözlemlemek mümkündür. Nitekim yine Gülcü’den (2003) aktararak söylersek, 1980 yasa tasarısının 1974’tekine benzer gerekçelerle TBMM Adalet Komisyonu tarafından reddedilmesine karşılık olarak TBMM içişleri Komisyonu’nun ortaya koyduğu tavır tartışılan ikilemin altını çizmesi anlamında önemlidir: “Tasarı ile bir kamu hizmeti özel kuruluşa devir edilmemektedir. Genel kolluk kuruluşlarının görev ve yetkileri aynen devam etmektedir. Her şahsın canının ve malının devlet kuvvetlerince korunması imkânsızdır ’ (akt. Gülcü, 2003; vurgu bana ait). Ancak özel güvenliğe ilişkin yasa tasarılarının 1970’lerde Meclis’ten geçmemesi, bu alanda ortaya çıkan fiili durumu engellememiştir. Özel bankaları korumakla görevlendi­rilen “Banka Ekipleri” ve kişisel koruma talep edenlere hizmet veren emekli subay, astsubay veya emniyet görevlileri bu dönemde özel güvenlik alanında ortaya çıkan aktörlere örnek olarak verilebilir. Bu biçimde çalışan güvenlik görevlilerinin eylem­lerini meşrulaştıran herhangi bir yasal dayanak bulunmamasına rağmen, emekli oldukları kurumlar itibariyle silah taşıma hakkına sahip bu görevliler gerektiğinde olaylara silahlarıyla müdahale etmişler ve bu durum yasa önünde kendilerini ya da korumakla görevli oldukları kişileri meşru müdafaa olarak kabul edilmiştir (Yar­dımcı, 2009: 229).

Her alanda olduğu gibi güvenlik alanında da yaşanan radikal dönüşümün mümkün kılınması 1980 sonrası döneme denk gelmektedir. 12 Eylül darbesinin devletin toplumsal muhalefeti sindirme yolunda “işlevsel önemi”nin yanında, ken­di içindeki “çatlak sesleri” eritmek anlamında ve daha sonra uygulanacak neoliberal politikaların mümkün kılınması noktasında göz ardı edilemez bir önemi vardır. Nitekim 1970’lerde meşruiyet kaygısıyla özel kolluk fikrine karşı çıkılırken, 1981 yılında Milli Güvenlik Konseyi’nin emriyle çıkarılan 2495 sayılı yasanın daha önce hazırlanan tasarılarla büyük oranda örtüşmesi (Gülcü, 2003), güvenlik alanının neoliberal dönüşümünde 12 Eylül’ün işlevsel önemini göstermektedir.

2495 sayılı, Bazı Kurum ve Kuruluşların Korunması ve Güvenliklerinin Sağ­lanması Hakkında Kanun, kurumların kendi bünyesinde özel güvenlik teşkilatla­rı adı altında bir güvenlik biriminin kurulacağını düzenler (md: 3, md: 8) ve bu birimlerin sadece o kurumun faaliyet alanı ile sınırlandırılmasını hükme bağlar (md: 11). Ayrıca, özel güvenlik teşkilatı bünyesinde görev yapan personelin, Türk Ceza Kanunu’nun uygulanmasında memur sayılacağı (md. 13) ve görevinin yerine getirilmesi amacıyla silah kullanabileceği (md: 10) aynı kanunda yer alan hükümler arasındadır. Bu kanun ile özel güvenlik teşkilatının kurulacağı yerler ise şu şekilde belirlenmiştir:

Milli ekonomiye ve devletin savaş gücüne önemli ölçüde katkısı bulunan, kıs­men veya tamamen yıkılmaları, hasara uğramaları ve geçici bir zaman için dahi olsa çalışmasından alıkonulmaları, ülke güvenliği, ülke ekonomisi veya toplum hayatı bakımından olumsuz neticeler yaratacak, kamuya veya özel kişilere ait kurum ve kuruluşlar … (md: 1).

Özel güvenlik teşkilatının kurulacağı yerleri böyle bir muğlaklık ile tanımlayan yasa 1992 ve 1995 yıllarında yeniden düzenlenmiş ve yasa kapsamına giren yerler önemli ölçüde genişletilmiştir. Böylece kamu kurumları, bankalar, üniversiteler, alışveriş merkezleri, iş merkezleri, hastaneler ve daha birçok alan özel güvenlik per­soneli tarafından korunmaya başlanmıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere, gündelik hayatın idaresinde yeni bir aktör tanımlanmış ve geniş bir toplumsal alanda kolluk yetkileriyle donatılmıştır. Buradaki temel amaç, karmaşıklaşan toplumsal ilişki­ler ve derinleşen çatışma ve eşitsizliklerin idaresi meselesinde kamu kolluğunun “kaynaklarının daha verimli kullanılmasını” sağlamaktır (Aydın, 2002: 129). Zira gündelik hayatın idaresinin özel güvenliğe devrinin başladığı bu süreçte, polis teş­kilatı da kendini daha profesyonel ve baskıcı bir biçimde yeniden yapılandırmakta (Berksoy, 2007) ve enerjisini kurulu düzene açık bir tehdit oluşturan radikal sol muhalefet, Kürt hareketi gibi toplumsal meselelere saklamaktadır. Ayrıca “kentsel dönüşüm” şiarıyla yeniden yapılandırılan kent mekânı, ancak “varoşların zaptiyesi” dolayımıyla “soylulaştırılabilmektedir” (Gönen, 2008). Bu anlamıyla, meseleyi top­lumsal gerçekliğin karmaşıklığından bir miktar soyutlayarak söyleyecek olursak, toplumsal denetim pratikleri açısından “özel” ve “kamusal” aktörler arasında bir tür “işbölümü” [9] oluşturulmaya başlanmıştır (Bedirhanoğlu, 2009; Beste, 2004; South, 1997).

Gündelik hayatın yeni aktörlerle ve daha güçlü bir biçimde zaptedilmesi an­lamına gelen bu dönüşüm, beraberinde özel güvenlik sektörünün “ilkel birikim” evresi dediğimiz sürecin de temellerini atmıştır. 2495 sayılı kanun kapsamında kurulan özel güvenlik birimleri, kuruldukları kurum ve kuruluşların kendi büt­çelerinden ayıracağı kaynak ile personel istihdamını düzenlemiştir. Ancak bu per­sonelin nereden ve ne şekilde sağlanacağına dair herhangi bir yasal dayanağın ku­rulmamış olması, zamanla güvenlik alanının sermaye birikim sürecinin bir parçası olarak diğer toplumsal alanlara yayılmasına neden olmuştur. Özellikle 1990’lardan 2004’e giden süreçte, genellikle başlangıçta temizlik şirketi adı altında hizmet veren şirketler, yasal olmamasına rağmen güvenlik alanında da faaliyet göstermeye baş­lamıştır.[10] Bu dönemde ortaya çıkan özel güvenlik şirketleri, sektöre giriş ve sektör­de çalışma koşullarını düzenleyen herhangi bir yasal ve kurumsal mekanizmanın olmadığı bir ortamda keyfi bir biçimde örgütlenip görevlendirdiği personele cop ve kelepçe gibi güvenlik aletleri kullanma yetkisi vermiş; kıyafet itibariyle kamu kolluğuna benzer bir dış görünüş oluşturmuş ve görev yaptıkları alanlarda kimlik sorma, arama, el koyma gibi yetkileri keyfi bir biçimde uygulamıştır (Kuyaksil ve Akçay, 2005: 10).

Bu süreç, Türkiye’de güvenlik alanının piyasaya dâhil edilme serüveninde bir tür ilkel birikim yoluyla kuralsız ve hukuksuz bir biçimde yeniden yapılandırıldı­ğını göstermektedir. Yaşanan bu karmaşık ve hukuksuz dönüşüme ilişkin Şafak’ın şu gözlemi, sürecin vahameti açısından önemlidir:

Bir yandan Devletin kurumları arasına, kamunun hizmetine özel güvenlik teş­kilatı yerleştirilip sunulurken, öbür yandan ya hukuki boşluğun bulunması ya da gözü açıkların uyanıklığı iledir ki, derhal yasal olmayan yol ve yöntemlere başvurulmakta, özel güvenlik hizmeti veren ve statüsü belirsiz şirketler kurul­maktadır. İşverenler de işyerlerinde işçilerin etkinliğini kırmak için güvenlik hizmetlisi adıyla fakat başka birimlerde çalıştırılmak koşuluyla elemanlar al­maktadır. Ayrıca Belediye Zabıtası silahsız olduğundan, görev başında silah taşıma imkân ve yetkisine kavuşturulmuş güvenlik elemanları belediyelerce alınarak bunlar zabıta gibi ya da zabıta ile çalıştırılmaktadır (2000: 4).

Buradan da anlaşılacağı üzere, neoliberal dönemde temel istihdam biçimi olan taşeronlaşmanın güvenlik alanının sermayeye hukuk dışı bir biçimde açıldığı dö­nemde de kendini yerleştirdiği görülmektedir. Bu sürece ilişkin Pronet adlı bir özel güvenlik şirketinin genel müdür yardımcısı olan Emin Pazaroğlu’nun konu üzerine bir söyleşide sarf ettiği ve itiraf niteliğinde olan şu sözleri, 2004 öncesi süreçte özel güvenlik sektörünün ne tür bir sömürü ve tahakküm ilişkisi üzerine kurulduğunu ortaya koymaktadır:

Bir dönem özellikle 90’larda… güvenlik personeli işi Türkiye’de insan ticareti gibi yapıldı. Hiçbir artı nitelik göstermeksizin, askerliğini komando olarak yapmış herkes güvenlik firmalarına kabul edildi; Bir haftalık, 10 günlük eğitimlerle bu insanlar güvenlik görevlisi diye birçok binanın kapısına dikildi. Ne oldu bir süre sonra? Eğitimini veremediğiniz, günde 15 saat çalıştırdığınız, çok az maaş ödediğiniz, sosyal haklardan mahrum ettiğiniz bir insandan güvenlik yapmasını beklemek abesle iştigal. Ya gelen ziyaretçilerle çatışmalar yaşandı ya da istenmeyen güvenlik açıkları doğmaya başladı (Gökçe ve Morgül, 2007: 67, vurgu bana ait).

Böyle bir hukuksuzluk ve kuralsızlık ortamında büyüyüp gelişen özel güvenlik sektörünün 2000’lere gelindiğinde nicelik olarak ulaştığı nokta konusunda net bir bilgi yoktur. Bazı kaynaklara göre, 2000 yılının başı itibariyle 4093 kamu veya özel kurum ve kuruluş ile 7754 banka merkez ve şubesinde kurdurulan özel güvenlik teşkilatlarında toplam 103.699 güvenlik personeli çalışmaktadır (Şafak, 2000: 3).

Özel güvenlik alanında ortaya çıkan bu toplam rakamın ne kadarının taşeron fir­malar tarafından istihdam edilen özel güvenlik görevlilerine ait olduğu net olarak bilinmemekle birlikte, bazı kaynaklar bu rakamın 50 binin üzerinde olduğunu iddia etmektedir (Karaman ve Seyhan, 2001: 155, 156).

Özel güvenliğin ilkel birikimi olarak adlandırdığımız bu sürecin devlete dışsal, piyasanın kendi kurallarını el yordamıyla koyması gibi bir anlama gelmediği be­lirtilmelidir. Bu nokta özellikle önemlidir çünkü varolan literatür bu dönüşümün yaşanan toplumsal olaylara ve devletin yetersizliğine bağlı olarak ortaya çıkan doğal ve kaçınılmaz bir süreç olduğu noktasında hakim bir söylem üretmiş görünmek­tedir (Aydın, 2002; Eryılmaz, 2006; Fırat, 2008; Gülcü, 2002a, 2002b; Kande- mir, 2008; Ünal, 2000).[11] Bir kere, 1990’lar boyunca özel güvenlik sektörünün en büyük işvereninin devletin bizzat kendisinin olduğu düşünüldüğünde, devletin bu alanda yaşanan taşeronlaşma sürecinin dışında kalmadığı -belediye kolluğunun taşeronlaşması örneğinde olduğu gibi- görülmektedir.[12] Öte yandan, devletin bu sürece müdahil olma biçimi, daha önce altı çizilen çelişkiye referansla söylersek, toplumsal denetimi artırma ve toplumsal meşruiyet sağlama ikilemi çerçevesinde belirlenmiştir. Bu çelişkinin en somut ifadesini, devlet kurumları tarafından fark­lı tarihlerde yayınlanan genelge ve tebliğlerde görmek mümkündür. Yaşanan top­lumsal çatışma ve gerilimlere bağlı olarak güvenlik endişesinin arttığı dönemlerde devlet, çıkardığı genelgelerle, 2495 sayılı yasanın kapsamını özel güvenlik şirket­lerinden hizmet alımına imkân tanıyacak şekilde genişletmiştir. Ancak, “normal zamanlarda”, yine çıkarılan genelgelerle, özel güvenlik şirketi adı altında faaliyet gösteren kuruluşların herhangi bir yasal dayanağının olmadığı ısrarla vurgulanarak güvenlik alanındaki tekel iddiasının altını oyan pratikler hukuk düzleminde tanın­mamıştır (Şafak, 2000).

1990’lardaki bu çelişkili tutum, 1999 yılında hem İstanbul Valiliği tarafın­dan yayınlanan Güvenlik Tebliği hem de İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı “Özel Güvenlik Şirketleri” konulu genelge ile daha tutarlı bir çerçeveye oturtulmaya çalışılmış ve güvenliğin taşeronlaşması sürecinde bir adım daha atılmıştır. İstan­bul Valiliği’nin 15-03-1999 tarihli ve 1999/1 sayılı Güvenlik Tebliği, Abdullah Öcalan’ın yakalandığı bir ortamda sayıları artan toplumsal olaylara dikkati çektik­ten sonra bu olaylarla baş edilmesi noktasında polis teşkilatının seferber edildiğini ancak “. çok geniş bir alanda yer alan, iç göç sebebiyle çarpık yapılaşma ve yerleş­menin sıkıntılarını taşıyan, nüfusu hızla artan İstanbul gibi bir megapolde, güven­lik kuvvetlerinin her noktada her an hazır olmamasının doğurduğu yetersizli[ğin], can ve mal kaybına neden olan terör eylemlerine uygun zemin.” oluşturduğunu ileri sürmektedir. Ardından, 2495 sayılı kanun kapsamı dışında kalan kuruluşların kendi güvenliklerini kendilerinin sağlamaları gerektiği vurgulanarak özel güvenlik açıkça teşvik edilmektedir. İçişleri Bakanlığı tarafından 25.11.1999 tarihinde 4330 sayı ile yayınlanan “Özel Güvenlik Şirketleri” konulu genelge ise, özel güvenlik şirketlerini yasaklayan bir kanuni düzenlemenin olmamasını gerekçe göstererek, bu alanda yasal dayanaktan yoksun olarak kurulan şirketlerin faaliyetlerini onaylama yoluna gitmiştir. Bu bağlamda, İstanbul Valiliği’nin Güvenlik Tebliği, özel güven­lik teşkilatı kurma zorunluluğu doğurmadan güvenlik görevlisi istihdam etmenin yolunu açarken, Bakanlık Genelgesi, özel güvenlik şirketlerine ilk kez doğrudan yasal bir statü kazandırmıştır (Haspolat, 2009).

Özel Güvenliğin Kurumsallaşması ya da “Paran Kadar Güvenlik” Düsturunun Kamusal İlanı

Yukarıda özetlenen ikilemin “çözümü”, özel güvenliğin piyasa mantığına göre örgütlenmiş bir sektör olarak bizzat devlet tarafından siyasal ve hukuksal bir meş­ruiyete kavuşturulmasıyla bulunabilmiştir. 10.06.2004 tarihinde kabul edilen 5188 sayılı Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanun’un genel gerekçesinde “Kamunun can ve mal güvenliğini sağlamak esasen devletin en önemli görevlerinden biridir. Öbür taraftan kişilerin canını ve malını koruma hakkı vardır. Devletçe sağlanan genel güvenliğe ek olarak, canını ve malını ayrıca korumak isteyenlere bu imkânın sağlanması gerekir” denilerek, devletin güvenliğin özelleşmesine ilişkin aldığı tavır özetlenmiştir. Konuya ilişkin benzer bir yaklaşımı birçok çalışmasında dile getiren Gülcü, özel güvenliği gerekli kılan bakış açısını şöyle bir analoji ile açıklamaktadır:

Devletin yürüttüğü kamu hizmetleri tüm toplumu kapsayan bir şemsiye gibidir. Şemsiye altındaki her birey veya kuruluş bunlardan yararlanır, yani yağmurdan korunmaya çalışır. Ancak şemsiye altında yer alan kimileri, şemsiyenin sağladı­ğından fazla, ona ek olarak yağmurluk giymek istiyorlarsa giyebileceklerdir. Ama yağmurluğun bedelini kendileri ödemek şartıyla[!] (2002a).

Nitekim 5188 sayılı yasa, “kamu güvenliğini tamamlayıcı mahiyetteki özel gü­venlik hizmetlerinin yerine getirilmesi” (md: 1) amacıyla hazırlanmış ve bahsi ge­çen “ek yağmurluk” meselesinin piyasa koşullarında çözülmesinin yasal dayanağını oluşturmuştur. Böylece, “kişilerin silahlı personel tarafından korunması, kurum ve kuruluşlar bünyesinde özel güvenlik birimi kurulması veya güvenlik hizmetlerinin şirketlerce gördürülmesi”nin (md: 3) kurulan kurumsal mekanizma üzerinden ve devletin denetiminde gerçekleşmesinin koşulları oluşturulmuştur. Bu bağlamda, şirketler tarafından çalıştırılan güvenlik görevlilerine arama, yakalama (md: 7) ve bu amaçla silah kullanımın da dâhil olduğu zor kullanma (md: 8) gibi geleneksel olarak kamu kolluğu tarafından tatbik edilen yetkiler verilmiştir. Özel güvenlik alanında iş gören şirketlerin kurulmasının hukuksal ve kurumsal dayanağını oluş­turan bu yasa aynı zamanda bu amaçla kurulan şirketlerin yaygınlaştırılmasını amaçlamıştır (Haspolat, 2009). Nitekim 2004’ten sonraki sürece bakıldığında, özel güvenlik sektörünün sermaye birikiminin gerçekleştiği en önemli alanlardan biri olarak ön plana çıktığı görülmektedir. Bahsi geçen sektör, milyar dolarla öl­çülen, faaliyette bulunan şirket sayısının binlerle ifade edildiği ve istihdam edilen güvenlik görevlisi sayısının 300 binin üzerinde olduğu bir sektör olması itibariyle güvenlik alanında radikal bir dönüşüme gönderme yapmaktadır.[13]

Bütün bunlar ışığında denilebilir ki, özel güvenlik gündelik hayatın idaresinde piyasa dolayımıyla kurulan bir tahakküm biçiminin işe koşulması anlamına gel­mektedir. Bu idare biçiminin hâkim literatürde iddia edildiğinin aksine, devlete dışsal bir iktidar pratiği olmadığı önemle belirtilmelidir. Bunun bir nedeni, özel güvenliğe ilişkin yasal çerçevenin kamu kolluğu-özel güvenlik ilişkisini sorunlu bir biçimde kurmasıysa, diğer nedeni özel güvenliğin büyük ölçüde enformel ilişkiler ağıyla kurulan ve işleyen bir sektör olmasıdır. O halde bu noktaları biraz daha açmak gerekmektedir. Öncelikle, 5188 sayılı kanun ile kurulan yasal çerçeve, asa­yişin sağlanmasının iki ayrı aktörü olarak sunulan özel güvenlik ve kamu kolluğu arasındaki ilişkiyi “muğlak bir bölge” olarak kurmaktadır (Yardımcı, 2009: 239). Bu muğlaklık, özel güvenlik görevlilerinin görev alanları ve yetkileri bağlamında bariz bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Özel güvenliğin, “kamu kolluğunu tamam­layıcı mahiyette” olan bir aktör olarak tanımlanması, devletin gerektiğinde özel güvenlik görevlilerinden yararlanacağının yasal dayanağını oluşturmuş ve bunun en açık ifadesi aynı yasanın 6. maddesinde şu şekilde belirtilmiştir: “Kamu güven­liğinin sağlanması yönünden 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu ile vali ve kaymakam­lara verilen yetkiler saklıdır. Bu yetkilerin kullanılması durumunda özel güvenlik birimi ve özel güvenlik personeli mülki idare amirinin ve genel kolluk amirinin emirlerini yerine getirmek zorundadır”. Türkiye’de “kamu güvenliği” kavramının özgül tarihsel ve toplumsal süreçlerle belirlenen muğlak, milliyetçi ve otoriter yo­rumu dikkate alındığında, özel güvenliğin hangi toplumsal olaylarda kolaylıkla kullanılabilir bir tahakküm aygıtına dönüşme tehlikesi barındırdığı daha açık bir biçimde anlaşılabilir. Nitekim son dönemde jandarma ya da polisle işbirliği yapan özel güvenlik görevlilerinin cop ve biber gazı gibi şiddet araçlarını da kullanarak muhalif sol örgütler ve öğrenci gruplarının düzenlediği eylemlere müdahale etmek­te tereddüt etmediği gözlemlenmektedir.[14]

Bu sektörün devlete dışsal bir yapıda örgütlenmediğinin önemli diğer bir ka­nıtı ise özel güvenliğin baştan itibaren Türkiye’nin özgül toplumsal koşullarında belirlenen enformel ağlarla kurulan ve işleyen bir alan olmasıdır. Devletin asayiş ve güvenlikle ilgili farklı kurumlarından emekli olan kişiler, güvenlik konusundaki “teknik bilgileri”nden yararlanarak özel güvenlik şirketi kurmuş, var olan şirketlere ortak olmuş veya bu şirketlere danışmanlık adı altında hizmet vermeye başlamışlardır. İstanbul eski Valisi Erol Çakır, emekli Tuğgeneral Veli Küçük, emekli Kurmay Yarbay Oryal Ünver ve İstanbul Narkotik Şube eski Müdürü Nihat Kubuş gibi kişiler bu alanda akla gelen ilk isimlerdir. Bu tür ilişkilerle belirlenen özel güvenlik alanının barındırdığı “mafya tipi” örgütlenmeler şüphesiz meselenin sorgulanması gereken en önemli yanlarından birini oluşturmaktadır.[15] Öte yandan, bu tür en- formel ilişki biçimlerinin Türkiye’ye özgü olmadığı ve güvenliğin özelleştirildiği birçok ülkede yaşanan bir olgu olduğu belirtilmelidir. Literatürde bu tür ilişkileri anlamlandırmak için “eski melektaş ağı” (“old-boy network”) gibi kavramlar bile üretilmiştir (Karaman ve Seyhan, 2001: 163, 164). Bu ilişkiler sayesinde; özel gü­venlik sektöründe “ihale kapma”, varolan yasal çerçevenin “etrafından dolanma” ve güvenliğin sağlanması sürecinde devlet görevlileri ve kaynaklarının kullanılmasına varıncaya kadar birçok hukuk dışı pratik ortaya çıkmaktadır. 1980’lerin sonların­dan itibaren bu sektörde şirket sahibi olarak bulunan emekli Kurmay Yarbay Oryal Ünver’in bir söyleşide sarf ettiği şu ifadeler, özel güvenliğin hangi ilişkiler ağıyla belirlendiğini açık olarak göstermektedir:

Bu sektördeki 800 firmanın içerisinde doğru dürüst güvenlik için kurulmuş, güvenlik hizmeti yapacak şirket sayısı üç yüzü geçmez. Diğerlerine biz ihaleci adını takmışızdır. O şirketler ihalelerde tehditle, satın almayla, içeride devlet kademesinde ihaleye çıkanlarla daha önceden yapmış oldukları anlaşmalar ne­ticesinde bu ihalelere girerler. Bu ihaleleri aldıkları takdirde örneğin yüz kişi çalıştıracakları yerde elli kişi çalıştırırlar. Diğer elli kişinin parasını bölüşürler (Akman, 2010) .

Yasemin Yardımcı, özel güvenlik üzerine yaptığı kapsamlı alan araştırmasında, bu durumun hem devletin sektöre enformel ağlarla girerek denetimini artırdığını, hem de tam da bu enformel ilişkiler yoluyla var olan yasal çerçevenin bulanık­laştığını belirtmektedir. Böylece, “… tahayyülü, temsili ve işleyişi büyük oranda devletle iç içe geçmiş olan ve meşruiyetini bu ilişkiden alan, ama tam da bu ilişki nedeniyle denetim altına alınamayan, güç kullanma yetkisine sahip yeni bir aktör ortaya çıkmış” olmaktadır (2009: 242).

Bu nedenle, güvenlik alanındaki özelleşmenin, devletin şiddet tekelinin ortadan kaybolması ve toplumsal denetim pratiklerinin demokratikleşmesi gibi bir sürece yol açtığı savı, Türkiye örneğinde temel dayanaklardan yoksun hale gelmektedir. Başka bir ifadeyle, güvenlik alanında yaşanan dönüşüm daha küçük ve güçsüz bir devlet ortaya çıkarmamaktadır. Tam aksine, yasa ve gündelik pratiklerle kurulan muğlaklık devlet-toplum, özel-kamusal, hukuk-şiddet gibi ontolojik ikiliklerin tü­ketemeyeceği bir iktidar stratejisinin ürünü olması itibariyle kapitalist devletin “her zaman ve her yerde” olmasını mümkün kılmaktadır. Bu noktanın en somut ifadesi, dönemin İstanbul Valisi Özel Kalem Müdürlüğü’nü yapan Nihat Kubuş’un özel güvenliği gerekçelendiren şu sözlerinde bulunabilir: “1999 yılında Vali Erol Çakır iken Mavi Çarşı türünden olaylar gelişti. Valilik de ‘ne yapsak da her yerde olabilsek’ şeklinde bir arayışa girdi…” (Morgül ve Aytar, 2007: 90). Özel güvenliğin tarihsel gelişimi kısmında tartışıldığı üzere, bu tarihte Valilik’in yayınladığı tebliğ, özel güvenlik şirketlerinden hizmet alımının yasal zemininin oluşturması yolunda önemli bir adımdı. Bu bağlamda düşünüldüğünde, Türkiye’nin özgül koşullarında formel ve enformel ağlarla kurulan özel güvenlik, devletin her yerde olabilme is­tencinin bir ifadesi olarak gündelik hayatın idaresinde başat bir rol oynamaktadır. Ancak tam da bu nokta kapitalist devletin sınıf tarafsızlığı iddiasına gölge düşüren toplumsal pratiklerin yaygınlaşmasına zemin hazırlamaktadır.

Sonuç Yerine: Özel Güvenlik ve Kapitalist Devletin Dönüşümü Üzerine Çıkarımlar

Güvenliğin piyasa ilişkileri dolayımıyla yeniden yapılandırıldığı bir süreçte so­rulması gereken ve varolan literatür tarafından neredeyse hiç üzerine gidilmeyen temel bir soru vardır: “Paran kadar güvenlik” düsturunun yerleştiği bu süreçte ka­pitalist devletin “sınıf-tarafsız” olarak kendini yeniden üretmesi meselesini nasıl anlayabiliriz? Bu temel soru, ilk bölümde tartışıldığı üzere, kendisini tarafsız bir biçimde yeniden üretme iddiasına sahip kapitalist devletin, bu kapasitesinin özel güvenlik dolayımıyla yeniden tanımlanmasına ilişkindir ve temel olarak kapitalist devletin güvenliğin kamusal tedariki yoluyla kurduğu meşruiyetinin dönüşümünü sorunsallaştırmaktadır. Derinleşen toplumsal çelişkilerin idaresi bağlamında yeni bir tahakküm biçimi olarak ortaya çıkan özel güvenlik, neoliberal kent mekânında toplumsal-sınıfsal ayrışmaları daha da derinleştirirken kapitalist devletin kendisi­ni yeniden üretmesi bağlamında çelişkili bir tablo ortaya koymaktadır. Başka bir ifadeyle, şiddetin taşeronlaşması yoluyla “garibana emniyet, kibar muhitlere özel güvenlik” (Bora, 2007) gibi bir ayrımın toplumsal temellerini çelişkili bir biçimde atan özel güvenlik, kamusal niteliği itibariyle kapitalist devletin kendini “sınıf-ta- rafsız” bir biçimde yeniden üretmesinin temel dayanağı olan güvenlik meselesini yeniden tanımlamaktadır. Yeniden tanımlanmış bu alan ise tek bir kesitte özetlene- meyecek kadar farklı pratiğin çelişkili birlikteliğini barındırmaktadır.

Öncelikle, bu süreçte devlet gündelik hayatta sınıfsallığı aşikâr olan kapkaç, yankesicilik, hırsızlık, dilencilik gibi toplumsal sorunların idaresini özel güvenliğe devretmiş gibi görünmektedir. Bu “devir işlemi” yoluyla polis bilimlerinde suçu ön­leyici kolluk olarak tasnif edilen kamusal görev, özel güvenlik görevlileri tarafından icra edilmeye başlanmıştır (Ünal, 2000: 5). Bu süreci olumlu bir gelişme olarak de­ğerlendirmesi bir yana, İsmet N. Abanoz’un şu gözlemi, özel güvenliğin toplumsal işlevi açısından manidardır: “Bu tür yerlerde [alışveriş merkezi, konser alanı gibi] polis ve jandarma gibi güçlerin görülmesi halkta tedirginlik yaratabilir ve bir olay mı var dedirtebilir. Ancak özel güvenlik görevlilerinin bu gibi yerlerde istihdam edilmesi ve bunun rutin yapılması durumunda toplumda güven oluşur …” (2008). Oluşması istenen bu “güven”in toplumsal mülkiyet ilişkilerinin idaresi bağlamında bir “üst-orta sınıf rüyası”na tekabül ettiği gerçeği göz önüne alındığında, özel gü­venliğin sınıfsal içeriği daha iyi anlaşılabilir. Bu içerik, eski emniyet mensubu ve şimdinin bir özel güvenlik şirketi sahibi Nihat Kubuş tarafından “farkında olma­dan” şu şekilde dile getirilmektedir: “Özel güvenlik, insanların toplu halde yaşar­ken kaygılardan uzak, güven içinde yaşamasını temin eden bir sistem kurdu ve pek çok sade vatandaşı rahatlattı. İnsanlar huzur içinde yaşamaya başladılar sitelerinde; alışveriş merkezlerinde rahatça dolaşabildiler” (Morgül ve Aytar, 2007: 91; vurgu bana ait). Mesele bu yönüyle ele alındığında, devletin gündelik hayatın idaresinde ve sınıfsal niteliği açık olan suçlarda özel güvenlik üzerinden denetim sağladığı görülebilir. Ancak bunu söylerken, bu dönüşümden bir tür eğilim olarak bahset­mek ve devletin kolluk güçlerinin de yeni tekniklerle gündelik hayata müdahalesini arttırdığının altını çizmek gerekmektedir. Son dönemde artan toplumsal-sınıfsal çelişkilere müdahil olma biçimleri açısından gözle görülür bir dönüşümden geçen polis teşkilatı, bünyesinde oluşturduğu “sokak polisi”, “kapkaç timleri”, “motorize ekipler”, “güven timleri” gibi yeni yapılanmalar ile gündelik hayatı doğrudan ve daha profesyonel bir biçimde zaptetmektedir. Yankesicilik, kaldırımcılık, kapkaç, dilencilik gibi “adi suçlar”daki hızlı artışı önlemek amacını taşıyan bu yeni dene­tim pratikleri, metropollerin “sokak sokak polise zimmetlenmesi”[16] gibi bir süreci de beraberinde getirmektedir. Bu açıdan bakıldığında, özel güvenlik ve toplum destekli polislik gibi yeni pratikler kamu kolluğunun kendi içindeki dönüşümler bağlamında değerlendirildiğinde anlam kazanmakta ve ortaya çıkan denetim me­kanizmasının boyutları daha iyi anlaşılabilmektedir.

Öte yandan, gündelik hayatın sınıfsal çelişkilerinin idaresinin özel güvenlik yo­luyla gerçekleştiği bu süreçte, özel güvenlik görevlileri tarafından uygulanan hukuk dışı şiddet pratiklerinin temel olarak iki dolayım üzerinden denetim altına alın­maya çalışıldığı görülmektedir. Öncelikle, South’un da belirttiği gibi, güvenliğin özelleştirilmesi, kapitalist devletin temel dayanağı olan meşruiyetin de metalaşması anlamına gelmektedir (1997: 113). Bu durum ise adalet fikrinin piyasaya referans­la yeniden tanımlanan bir “şey” olarak kendini kurması gibi bir tehlike barındır­maktadır. Nitekim sektörün içinden konuşan N. Kubuş, özel güvenlik alanında işlenen suçların cezalandırılması konusunun genel olarak piyasa disiplini çerçeve­sinde “halledildiğini” ve böyle bir yöntemin ise kamuya oranla daha hızlı işleyen bir “cezalandırma sistemi” kurduğunu dile getirmektedir (Morgül ve Aytar, 2007: 91). Varolan yasal çerçevenin özel güvenlik görevlilerinin örgütlenmesini yasakladığı noktası da göz önünde bulundurulduğunda, bu “cezalandırma sistemi”nin sektör­de çalışanlar açısından ifade ettiği sömürü ilişkisinin sınırı/sınırsızlığı daha iyi an­laşılabilir. Bu konuyla ilgili en çarpıcı örneklerden biri olarak Eylül 2008 tarihinde Antalya’da gerçekleşen olayı ele almak yerinde görünmektedir. Yürüme engelli kızlarını Ramazan Şenlikleri’ne üç tekerlekli bisikletle götüren bir çift, bisikletle alana girmenin yasak olduğu gerekçesiyle özel güvenlik görevlilerinin şiddetine maruz kaldı. Alanın güvenliğine bakan şirketin genel koordinatörü emekli Albay Cen­giz Yeşilay, yaşanan olaydan duyduğu üzüntüyü belirttikten sonra nasıl bir çözüm ürettiğini şöyle açıklamaktadır: “Bayan arkadaş ve diğer personelin işine hemen son verdik”.[17] İşten çıkarma tehdidinin etkili olduğu bir ortamda, özel güvenlik görevlileri tarafından uygulanan şiddet pratikleri de bu çerçevede belirlenmekte ve bazı durumlarda “işverenin gözüne girme” kaygısı hukuk ve adalet ilkelerinin önü­ne geçebilmektedir.[18] Piyasa disipliniyle yönetilen bu ilişki ise, yukarıdaki örnekte görülebileceği gibi, hukuk ve adalet ilkelerini piyasa “yasaları”na göre yeniden kur­maktadır. Böylece, piyasa dolayımıyla yeniden yapılandırılan güvenlik evrensellik iddiasının altını oyarken adalet ve meşruiyet fikrinin de “gücü gücü yetene helal” mantığı çerçevesinde yeniden tanımlanmasına neden olmaktadır (Bora, 2004: 22).

Bu noktayla bağlantılı olan ve özel güvenlik görevlileri tarafından uygulanan zor pratiklerinin denetim altına alınması amacını taşıyan ikinci dolayım ise kamu­sal bir niteliğe sahip olan “ceza-adalet sistemi”dir. Güvenliğin sağlanması sürecin­den biçimsel olarak çekilip gündelik hayatın çelişkilerinin idaresini özel güvenliğe bırakma eğiliminde olan devlet, bu alanda ortaya çıkan hukuk dışı pratikleri ceza­landırma noktasında “sınıf-tarafsızlığı” iddiasını hukuk dolayımıyla yeniden kur­maktadır; ancak kendi çelişkilerini de üreterek (Bedirhanoğlu, 2009: 61). “Paran kadar güvenlik” düsturunu, çıkardığı yasa ve oluşturduğu kurumsal yapılanmalarla kamusal olarak meşrulaştıran devlet, aynı zamanda “kendi adaletini kendin sağla” şiarının da toplumsal alanda kabul görmesine neden olmaktadır. Böylece, gündelik hayatın çelişkileriyle örülü çatışmaların idaresinde işe koşulan özel güvenlik gibi yeni tahakküm biçimleri devlet iktidarını toplumsal alanda güçlendirmekte, ancak hukuk ve adalet ilkelerinin altını oyan zor pratiklerini gündelik hayatta yerleştir­mektedir. Özel güvenlik alanında özellikle son dönemde sıkça rastlanan bu tür zor pratikleriyle ilgili olarak, anaakım medyanın meseleyi yansıtma biçimindeki dö­nüşüm üzerinden şöyle bir tespit yapılabilir: Sektörün yasal çerçeveye kavuşturul- duğu 2004 ve 2005 yıllarında, özel güvenlik ana akım medya tarafından, piyasayı güzelleyen bir söylem çerçevesinde, günlük hayatta artan risklere ve güvensizliğe karşı devletin yetersiz kaldığı bir ortamda “çözüm” olarak yansıtılmaktadır.[19] An­cak son dönemde özel güvenlik, yarattığı “güven”den çok güvensizlikle gündeme gelmektedir. Bu bağlamda, “özel güvenlikçi terörü”, “keyfi şiddet”, “orantısız güç kullanımı” gibi konular gazete sayfalarında ön plana çıkarken bu alanda yaşanan çelişkinin boyutları gözler önüne serilmektedir.[20]

Özel güvenliğin yanı sıra “toplum destekli polislik” olarak adlandırılan ve vatandaş­ların aktif olarak asayişin sağlanması sürecine çekildiği denetim pratiklerinde hâkim olan bu iktidar mantığının belki de en tehlikeli yansımasını, özellikle 2000’li yıllar­da artan linç girişimlerinde gözlemlemek mümkündür. Devlet görevlileri ve ana-akım medya tarafından, artan terör olaylarına karşı bir “milli refleks hali” yaftasıyla meşrulaş- tırılmaya çalışılan bu tür şiddet pratikleri, şüphesiz sadece son dönemde şekillenen neo­liberal güvenlik devletinin varlığıyla açıklanamaz. Bununla büyük ölçüde iç içe geçmiş olan ve Türkiye’nin özgül toplumsal ve tarihsel koşullarıyla belirlenen “otantik devlet geleneği”nin de bu tür pratiklerin yaygınlaşmasında önemli bir yeri vardır (Bora, 2008:39). Devletin şiddet tekelini bir süreliğine askıya alarak “sivil topluma” ya da “millete” devretmesi anlamına gelen linç girişimleri yaşanan toplumsal-sınıfsal çelişkilerle baş et­mek amacını taşıyan bir “kriz idaresi yöntemi” olarak tanımlanabilir. Hukukun üstün­lüğü ilkesini anlamsızlaştıran bu tür pratikler, kendine ait bir “linç hukuku” oluştur­makta ve “bazı insanların hukuktan istisna edilmesinin, yani haksızlığın, adaletsizliğin doğallaşması [ve] meşrulaşması”nın önünü açmaktadır. (Bora, 2008: 7). Böylece şiddet, adaletin özelleştiği bir süreçte toplumsal yaşamın gündelik idaresinin kültürel mantığı olarak kendini yerleştirmekte (Goldstein, 2005: 392) ve bir anlamda “taşeronlaşmakta” veya “demokratikleşmekte”dir (Gambetti, 2007).

Bütün bunlar ışığında çalışmanın temel argümanını yineleyerek yürütülen tar­tışmayı sonlandırmak yerinde görünmektedir: Güvenliğin özelleştirilmesi olgusu şiddetin sınıf temelinde örgütlenmesinin önünü açması itibariyle toplumsal-sınıfsal çelişkilerin idaresi bağlamında yeni tahakküm biçimlerinin işe koşulduğunu, ancak tam da bu yeni teknikler nedeniyle kapitalist devletin “sınıf-tarafsızlığı” iddiasının krizde olduğunu göstermektedir. Bu temel kriz, çalışmada sıkça vurgulandığı üze­re, ampirik-kurumsalcı bir bakış açısının görmeyi reddettiği, giderek artan baskıcı zor pratiklerin toplumsal alanda yaygınlaşmasına zemin hazırlamaktadır. Aynı sü­reç, iktidar ilişkilerinin devlete indirgenemeyeceği savını ısrarla savunan neo-Fou- caultgil tartışmaların iddia ettiğinin aksine, toplumsal-sınıfsal iktidar ilişkilerinin en örgütlü ve yoğunlaşmış biçimi olan kapitalist devletin, güvenlik/zor bağlamında tarihsel olarak özgün bir biçimde tanımlanmış konumunun dönüşümüyle bir arada giden çelişkili bir yeniden yapılanmaya işaret etmektedir. Bu bağlamda, güvenliğin özelleştirilmesi olgusunu da kapsayan ama daha genel bir sorunsal olan devlet-zor ilişkisinin neoliberal dönüşümü üzerine sınıf-merkezli tartışmaların üreteceği ku­ramsal ve tarihsel sorular, bu alanı uzun süre işlevselci argümanlara bırakan Mark- sizmin üzerine önemle eğilmesi gereken temel bir mesele olarak durmaktadır.

Kaynak: Bu yazı ilk olarak Praksis Dergisi’nin 2010 23 nolu sayıda yayınlanmıştır.

Notlar:

[1]    Foucault özellikle 1970’lerin sonlarında College de France’da verdiği derslerde, “iktidarın makro analizi”ni geliştirmek amacıyla devlet sorunsalıyla daha fazla ilgilenmeye başlamış ve bu bağlamda devlet kurumları ve pratiklerinde ifade olunan iktidar ilişkilerinin soykütüksel analizi çerçevesinde bir dizi tartışma yürütmüştür. Bu çerçevede geliştirdiği temel argüman ise, liberalizmin bir ideoloji ya da kuram olarak değil, belli bir iktidar tarzı ya da yönetimsel rasyonalite olarak anlaşılması gerektiğidir. Modern toplumları karakterize eden bu iktidar tarzının merkezi bileşenlerinden birini ise “güvenlik dispositifleri” oluşturmaktadır. Türkçeye “güvenlik aygıtları” olarak çevrilebilecek bu kavram bazı kaynaklar­da (Gambetti, 2009) Foucault’nun vermek istediği anlamı karşılamak amacıyla “müdahale aygıtları” olarak çevrilmiştir. “Dispositif, bir gerçeği teşkil eden öğeleri başka öğelerle ilişkilendirme becerisidir; öyle ki zararlı olan öğeler dengelen­sin, sınırlansın, telafi görsün ve nihayet önlenmeye gerek kalmadan etkisiz kılınsınlar” (Gambetti, 2009: 152).

[2]    Bu eleştiri, temel olarak Nicos Poulantzas’ın (1978) ve Mark Neocleous’un (1996; 2006) Foucault’nun iktidar analiziyle girdiği “eleştirel ilişki” bağlamında yapılmaktadır. Poulantzas’ın belirttiği gibi, Foucault’nun epistemolojik ve ontolo- jik dayanaklarını kabul etmeden, onun geliştirdiği iktidar analizinin kapitalist devlet kuramını geliştirmek için eleş­tirel bir yeniden okumasını yapmak mümkündür. Bu bağlamda, bir “toplumsal ilişki olarak kapitalist devlet”in sınıf mücadelesi sürecindeki kurucu rolü “devletin kurumsal maddiliği” gibi kavramlarla anlamlandırılabilir, ki bu kavram “Devlet=Zor+İdeoloji” gibi bir denklemin ötesine geçmeyi olanaklı kılar. Böyle bir iddia, iktidar ilişkilerinin devleti aşan yapısını göz ardı etmez; aksine tam da bu ilişkilerin en örgütlü ve yoğunlaşmış biçimi olan kapitalist devletin özgünlüğü­nün kavranmasına yardımcı olur (bkz. Poulantzas, 1978; ayrıca bkz. Jessop, 2008: 140-154). Bu bağlamda, Neocleous’un devlet erkinin idari biçimlerinden olan polislik üzerine yaptığı önemli çalışmalar (1996, 2006), Foucault’nun ”devletin yönetimselleşmesi” olarak tanımladığı 18. ve 19. yüzyıllarda kapitalist devletin idari mekanizmalarla sınıf mücadelesine nasıl kurucu bir biçimde müdahil olduğunu tarihsel olarak güçlü dayanaklar üzerinden göstermektedir. Bu nedenle polislik, kapatılma mekânları, sosyal yardım uygulamaları gibi siyasal idarenin faklı biçimlerinde ifadesi olunan iktidar ilişkileri, kapitalist devletin tarihsel olarak kurulma sürecinden soyutlanamaz.

[3]     Meseleyi bu yönüyle ele alan ve Türkiye’de modern polisin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde nasıl kuruldu­ğuna ilişkin kapsamlı bir tartışma yürüten Ferdan Ergut (2004), çalışması ile literatüre önemli bir katkı yapmıştır.

[4]     Bu ifadeyi Mehmet Atılgan’dan ödünç aldım (2007).

[5]     Bu konuyla ilgili olarak R. Michel Smith (2003) Amerika üzerine kapsamlı bir değerlendirme yapmaktadır.

[6]    Kapitalist devletin şiddet aygıtları, sınıf iktidarının kaba bir aracı olarak anlaşıldığında, bu alanı evrensellik ilkesi teme­linde kuran kapitalist devletin tam da böyle bir ilkeyle devlet-piyasa ayrımını nasıl yeniden ürettiği noktası anlaşılamaz. Öte yandan, buradaki mesele sadece soyut bir hukuk ilkesinin kurulması konusu değildir; aksine devletin kurumları ve toplumsal pratiklerle maddileşerek kendini var eden bir kanun-nizam sorunudur. Bunun, “kanun ve düzen” ihtiyacının sadece üst sınıfların iktidarlarını gerçekleştirme istençlerinin bir ifadesi olduğu söylenemez. En az üst sınıflar kadar, işçi sınıfı da belli bir “kanun ve düzen” üzerine kurulu bir hayatın mücadelesini vermiştir. Bu bağlamda, Ergut’un şu tespiti, bahsi geçen evrensellik ilkesinin sınıf bağlamında ne anlama geldiğini özetlemektedir: “Birçok tarihsel örnek, suçları engelleme talebinin esas olarak orta sınıftan ve hatta işçi sınıfından geldiğini gösteriyor. Bu da çok mantıklı; çünkü tarih boyunca suçtan en çok etkilenen sınıflar bunlar olmuştur. Aristokratların ve toplumun en marjinal kesimlerinin, devle­tin suçları engelleme taleplerine destek çıkmaları beklenemez; çünkü birincilerin daima kendi “polis” güçleri olmuştur, ikincilerin ise kaybedecek çok az şeyleri vardır. Geriye orta sınıf ve işçi sınıfı kalıyor” (2009: 47). Bu tespitin de gösterdiği gibi, yoksulluğu zaptetme projesi olarak polislik meselesi aynı zamanda tarihsel olarak sınıf mücadelesinin gerçek­leştiği temel bir alan olarak var olmuştur. Buradan çıkarılacak sonuç, polisin hâkim sınıfların çıkarlarına hizmet eden işlevsel bir şiddet aygıtı olduğu ya da tam tersine kanunları tarafsız bir biçimde uygulayan kurumsal bir yapılanma olduğu düşüncesi değildir. İkinci argümanın barındırdığı ideolojik içerik bir yana, özgül tarihsel ve toplumsal koşullarda birinci argümanın öne sürdüğü işlevsel zor pratiklerini gözlemleyebilmek mümkün olsa da, buradaki tartışma başka bir noktaya vurgu yapmaktadır. Kapitalist devlet erkinin temel siyasal idare biçimlerinden olan polislik, tarihsel olarak toplumsal-sınıfsal çatışmalarla ilişkili bir biçimde gelişmiştir ve aynı zamanda bu çatışmaların siyasal idaresi bağlamında aktif bir rol üstlenmiştir. Bu tartışma, Neocleous’da (2006) “toplumsal düzenin inşası” ve “mücadelenin soğurulması” gibi kavramlarla karşılanırken, Ergut bu olguyu “çift yönlü polislik” olarak nitelemekte ve Giddens’ı izleyerek toplumsal denetimin diyalektiği olarak görmektedir (2004: 57). Bu diyalektik, “devletin denetleme/gözetleme pratikleriyle yurt­taşlık haklarının ortaya çıkışı” arasında karşılıklı bir ilişkiye gönderme yapar. Eldeki metnin temel iddiası ise, ilerleyen sayfalarda tartışılacağı üzere, tam da bu “çift yönlü polislik” üzerinden kurulan devletin sınıf tarafsızlığı iddiasının gü­venliğin özelleştirildiği bir süreçte temel bir krize girdiğidir.

[7]    Aslında bu meseleyi neoliberal küreselleşme döneminde kapitalist devletin yeniden yapılanmasına ilişkin 1980’ler ve 1990’lar boyunca yürütülen tartışmalar bağlamında anlamak gerekmektedir. Piyasanın kendi haline bırakıldığında bi­reysel ve toplumsal olarak en yüksek faydayı sağlayacağına dair neoliberal tasavvur, devletin küçülmesi yönündeki projesini özellikle 1980’ler boyunca gerçekleştirmeye çalışmıştır. Ancak bu sürecin nasıl olacağına ilişkin verdiği cevap “devletin kendi kendini küçültmesi” gerektiği gibi çelişkili bir çözüm üretmiş ve neoklasik iktisadın devlete ilişkin içinde bulunduğu “ortodoks paradoks”un yeniden üretilmesine neden olmuştur. Nitekim özellikle 1990’ların ikinci yarısın­dan itibaren ileri sürülmeye başlanan “kurumsal düzenleme” gerekliliği, bu dönemde piyasa ekseninde gerçekleşen toplumsal dönüşümde kapitalist devletin merkezi rolünün iade edilmesi anlamına gelmiştir. Bu tartışma bağlamın­da “neoliberalizmin iki yüzü” için bkz. Gamble (2006). Böylece, hukuksuzluk ve kuralsızlık ortamında kamu mallarının yağmalandığı ve sosyal devlet kazanımlarının eritildiği neoliberalizmin ilk evresinin sonunda ortaya çıkan toplumsal çatışmalar ve ekonomik krizler, 2000’lere gelindiğinde kurumsal çözümlerle atlatılmaya/kotarılmaya çalışılmaktadır. Ancak neoliberal dönüşümün yarattığı derin toplumsal eşitsizlik ve çatışmaların kurumsal düzenlemelerle kotarılama- yacağı ve sorunun neoliberalizme içkin olan temel iktidar ve tahakküm ilişkileriyle ilgili olduğu yönündeki tartışmalar, günümüzde “kurumsal siyasetin tasfiyesi”nin de gündemde olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda bir tartışma için bkz. (Gambetti, 2009).

[8]    Konuyla ilgili olarak birincil kaynaklar üzerinden detaylı bir araştırma yapan Mustafa Gülcü (2003), 1970’lerden önce bile Türkiye’de özel güvenliğin tartışılmaya başlandığının altını çizmektedir. Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) 1966 yılındaki toplantısında barajların güvenliğinin sağlanması meselesi gündeme gelmiş ve MGK tavsiye niteliğinde bir karar alarak barajların oluşturulacak özel kolluk personeli tarafından korunmasını salık vermiştir. Ancak Gülcü, MGK’nın neden böy­le bir tavsiye kararı aldığının açık olmadığını ve araştırılması gereken bir konu olduğunu belirtmektedir. Bu çalışmaları yaptığı dönemde 1. Sınıf Emniyet Müdürü ve Emniyet Genel Müdürlüğü Araştırma, Planlama ve Koordinasyon (APK) Daire Başkanı olan Gülcü, akademik ve teknik bilgisi çerçevesinde şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: “Özel güvenli­ğe yol açan arayışların 1966’da gündeme gelmesi tesadüf değildir. Konu, kamuya ait barajların korunması çerçevesinde ortaya çıkmasaydı bile yaşanan sosyal ve ekonomik gelişmeler bunu zorlayacaktı” (2003).

[9]    Burada “işbölümü” kavramıyla özel güvenlik ve kamu kolluğu arasında ontolojik bir dışsallık ilişkisi kastedilmemekte, analitik bir ayrım yapılmaktadır. Çalışmanın ilerleyen sayfalarında sıkça vurgulanacağı üzere, bu ilişki yasa ve gündelik pratiklerle muğlak bir biçimde kurulmakta ve toplumsal denetim bağlamında çelişkili ve karmaşık bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Tam da bu nedenle, kapitalist devlet kendini daha güçlü bir biçimde yeniden üretirken “sınıf tarafsızlığı” iddiası noktasında temel bir kriz yaşamaktadır.

[10]  Bu dönemde sadece özel güvenlik şirketlerini göz önünde bulundurmak yeterli değildir. Onların yanında, özel şa­hısların güvenliğini sağlayan “bodyguard”lar ve farklı amaçlarla iş gören özel dedektiflik büroları da 1990’lar boyunca herhangi bir yasal dayanaktan yoksun bir biçimde oluşturulmuş ve yayılmıştır. Konuyla ilgili olarak 20.01.1994 tarihinde “Özel Dedektiflik Kanunu” adıyla TBMM’de görüşülerek kabul edilen 3963 sayılı yasa, Cumhurbaşkanı tarafından özel hayatın gizliliğini ihlal ettiği ve kişi hak ve hürriyetlerini tehlikeye attığı gerekçeleriyle Anayasa’ya aykırı bulunmuş ve Meclis’e geri gönderilmiştir (Kuyaksil ve Tiyek, 2003: 75, 76). Bu durumun kendisi, çalışmada sık sık tekrarlandığı üzere, güvenlik alanının dönüşüm sürecinde devletin kurumları arasındaki çelişki ve çatışmaların altını çizmesi anlamında önemlidir.

[11]  Meselenin teknik boyutuyla sınırlanmayan ve ”özel güvenliğin felsefesi” etrafında bir tartışma yürüten Gülcü, liberal demokrasi ve liberal iktisadı özel güvenliğin dayanması gereken iki ayak olarak nitelemektedir. Dahası, yazara göre, sadece güvenlik alanı değil, hapishanelerden adli tıp kurumuna ve bilirkişiliğe kadar daha birçok kamusal yetki pi­yasaya devredilerek bireysel ve toplumsal faydanın maksimizasyonu hedeflenmelidir (2002a, 2002b). Nitekim ‘özel hapishaneler” sorunsalı son dönemde tartışılmaya başlanan bir konu olarak belirmekte ve bu yönde kâr-zarar analizi üzerinden özel hapishane sisteminin Türkiye’ye uygulanabilirliği tartışılmaktadır (Görkem, 2009; Şahin ve Görkem, 2007). Neoliberal dönemde kamu-özel ortaklığının son halkalarından biri olan ‘cezalandırma sektörü”nün eleştirel bir analizi için bkz. Özdek (2005); ayrıca, ‘güvenlik endüstrisi”nin kurulması sürecinde piyasa dolayımıyla inşası yapılan güvensizliğin eleştirel bir tahlili için bkz. Paker (2009).

[12]  Belediye’nin sunduğu kamusal hizmetlerin ‘hizmet alımı” yoluyla taşeronlaşması, devletin neoliberal dönüşümüne ilişkin en bariz örneklerden biridir. Öte yandan, belediyenin kolluk hizmeti olan zabıta hizmetlerinin piyasaya devri, 2005 yılında kabul edilen Belediye Yasası ile ‘nihayete erdirilmiştir”. Yasanın eleştirel bir tahlili için bkz. Aslan (2007).

[13]  Özel güvenlik alanının denetlenmesi amacıyla Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde oluşturulmuş Özel Güvenlik Daire Başkanlığının 2010 yılı verilerine göre, faaliyet izin belgesi verilen şirket sayısı 1.197, faaliyet izin belgesi verilen eğitim kurumu sayısı 691, özel güvenlik izni alan yer sayısı 43.940, sertifika alan özel güvenlik görevlisi sayısı 571.856 ve kimlik alan özel güvenlik görevlisi sayısı 361.152’dir.

[14]  Toplumsal olaylara müdahale pratiklerinde yaşanan “kamu-özel ortaklığı”na örnek olarak birkaç önemli vaka üzerinde duralım. Mart 2008’de Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nde Irak’ın işgalinin 5. yıldönümü nedeniyle basın açıklaması yapmak isteyen Yurtsever Cepheli öğrenciler, önce özel güvenlik görevlilerinin daha sonra olayın büyümesiyle devre­ye giren jandarmanın şiddetine maruz kaldı. Galatasaray Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ümit Kocasakal olaya ilişkin yaptığı değerlendirmede, özel güvenlik görevlilerinin “kasten yaralama” ve jandarmanın “görevi kötüye kullanma” suçlarını işlediklerini belirterek özel güvenliğin nasıl bir iktidar mantığı ile hareket ettiğini şöyle özetlemektedir: “‘Jandarma nasıl olsa güç kullanıyor, haydi biz de bunlara girişelim’ demişler” (“Üniversitede Özel ‘Güvensizlik'”, NTV-MSNBC, 22 Mart 2008). Kasım 2008’de, Başkent Doğalgaz Dağıtım A.Ş. önünde doğalgaz zammını protesto amacıyla Halkevleri üyelerinin düzenlediği gösteri özel güvenlik tarafından zor kullanılarak dağıtılmaya çalışıldı (“Orantısız Güç Suçlama­ları”, Hürriyet, 25 Kasım 2008). 17 Kasım 2009 tarihinde, 21 Kasım’da Ankara’da yapılan Açlığa, Yoksulluğa, İşsizliğe ve Zamlara Hayır Mitingi’ni duyurmak amacıyla çağrı metni dağıtan Yurtsever Cephe İşçi Birliği üyeleri Hacettepe Üni­versitesi Hastanesi’nden zorla dışarı çıkarıldı. Bu sırada yetki konusunda çıkan tartışmada bir güvenlik görevlisinin şu sözleri kamu kolluğuyla kurulan ilişki bağlamında manidardır: “Yetkiyi karakol polislerinden aldık” (“Hacettepe’de Özel Güvenlik Engeli”, SOL, 17 Kasım 2009). 19 Ekim 2009 tarihinde İzmit’teki Carrefour alışveriş merkezinde ekonomik krizi protesto eden Halkevleri üyeleri polis tarafından gözaltına alınırken olayı görüntülemek isteyen basın mensupları özel güvenlik görevlileri tarafından dövüldü (“Gazetecilere Özel Güvenlik Terörü”, SOL, 19 Ekim 2009). 23 Mart 2010 tarihinde Marmara Üniversitesi’nde Bilimsel ve Sosyal Araştırmalar Kulubü tarafından başlatılan “Kitap Takası” kampanyasının ülkücü öğrenciler tarafından dağıtılması sonucunda çıkan arbedede özel güvenlik görevlileri ve polis, standı dağıtı­lan öğrencilerle tartıştı (“Marmara’da Kitaba Karşı Kutsal İttifak”, SOL, 23 Mart 2010). 25 Mart 2010 tarihinde, Anadolu Üniversitesi’nde öğrencilerin afiş asmasına engel olmak isteyen özel güvenlik görevlileri, durumu protesto eden ve ‘ÖGB (Özel Güvenlik Birimi) defol üniversiteler bizimdir’ diye slogan atan öğrencilere cop ve taşlarla saldırdı (“Özel Güvenlikten Öğrenciye Cop”, Radikal, 25 Mart 2010). Bu konu bağlamında son gelişmelerden biri ise, Anadolu Üniver­sitesi Rektörlüğü’nün özel güvenlik görevlilerine biber gazı kullanma yetkisi vermesidir (“Üniversitede Özel Güvenliğe Biber Gazı Yetkisi”, Hürriyet, 28 Mayıs 2010). Son dönemde sayıları hızla artan bu tür şiddet pratikleri, özel güvenliğin gündelik hayatın çelişkilerinin idaresinin yanında, toplumsal muhalefeti de denetim altına almak amacıyla işe koşulan bir tahakküm aygıtına dönüştüğünü açık bir biçimde göstermektedir.

[15]   Bkz. ‘Özel Güvenlikte Derin İlişkiler”, Evrensel, 26 Ocak 2008.

[16]   ‘İstanbul Sokak Sokak Polise Zimmetleniyor”, Milliyet, 6 Ağustos 2009.

[17]   “Şenlik Alanında Özel Güvenlik Dehşeti”, Hürriyet, 22 Eylül 2008.

[18]   “Özel Güvenlik Terörü Artıyor”, SOL, 10 Kasım 2009.

[19]   “Şenlik Alanında Özel Güvenlik Dehşeti”, Hürriyet, 22 Eylül 2008.

[20]   “Şenlik Alanında Özel Güvenlik Dehşeti”, Hürriyet, 22 Eylül 2008.

Kaynakça

Abanoz, İ. N. (2008) ‘Özelleşme ve Özel Güvenlikte Sosyal Yardım”, Paradoks: Ekonomi, Sosyoloji ve Politika Dergisi, (e-dergi), 4(2), http://www.Daradoks.org/makale/vil4 sayi2/nab anoz42.pdf, indirilme tarihi: 24 Mart 2010.

Akman, N. (2010) ‘Röportaj: Kamera Kayıtlarının Bir Kopyası Danıştay’da Olmalıydı”, Zaman, 2 Mayıs 2010, http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=979456, indirilme tarihi: 4 Mayıs 2010.

Aslan, O. E. (2007) ‘Zabıta Personeli ve Taşeronlaşma ya da Belediye Kolluğunun Piyasaya Devri”, Çağdaş Yerel Yönetimler, 16 (1): 55-74.

Atılgan, M. (2007) ‘Siyaset Teori ve Pratiğine Tarihsel Bir Bakış: Güvenliğin Özel Tedariki”, İstanbul, 59: 52-56.

Aydın, A. H. (2002) ‘Özel Güvenlik Teşkilatı: Kuruluşu, Görevleri, Yetkileri”, Polis Bilimleri Dergisi, 4(1-2): 123-136.

Bağımsız Sosyal Bilimciler (BSB), (2008) 2008 Kavşağında Türkiye: Siyaset, İktisat ve Toplum, İstanbul: Yordam.

Bauman, Z. (2006) Küreselleşme: Toplumsal Sonuçları, çev. A. Yılmaz, 2. Basım, İstanbul: Ayrıntı.

Bayley, D. H. ve C. D. Shearing (2001) The New Structure ofPolicing: Description, Conceptualization and Research Agenda, Washington: National Institute of Justice, US Department of Justice.

Bayley, D. H. ve C. D. Shearing (1996) ‘The Future of Policing”, Law and Society Review, 30(3): 585-606.

Bedirhanoğlu, P. (2009) ‘Türkiye’de Neoliberal Otoriter Devletin AKP’li Yüzü”, Uzgel, I. ve Duru, B. (der.), AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu içinde, Ankara: Phoenix, 40-65.

Berksoy, B. (2007) ‘Neo-liberalizm ve Toplumsalın Yeniden Kurgulanması: 1980 Sonrası Batı’da ve Türkiye’de Polis Teşkilatları ve Geçirdikleri Yapısal Dönüşüm”, Toplum ve Bilim, 109: 35-65.

Beste, H. (2004) ‘Policing German Cities in the Early 21st Century”, ASA’nın 99. Yıllık Toplantısında Sunulan Bildiri, San Francisco, http://www.allacademic.com/meta/p_mla_apa_ research citation/l/O/9/0/7/paaes109079/ D^09079-^8.DhD. indirilme tarihi: 12 Mayıs 2009.

Bonefeld, W. (2001) ‘The Permanence of Primitive Accumulation”, The Commoner, 12: 1-15.

Bonefeld, W. (1992) ‘Social Constitution and the Form of the Capitalist State”, Bonefeld, W. vd. (der.), Open Marxism içinde, Vol. 1, London: Pluto, 93-132.

Bora, T. (2008) Türkiye’nin Linç Rejimi, İstanbul: Birikim.

Bora, T. (2007) ‘Garibana ‘Emniyet’, Kibar Muhitlere ‘Özel Güvenlik’ mi?”, İstanbul, 59: 58-61.

Bora, T. (2004)”‘Özel Güvenlik ve ‘Polis Toplumu'”, Birikim, 178: 20-24.

Burchell, G. vd. (der.) (1991) The Foucault Effect: Studies in Governmentality, Chicago: University of Chicago.

Clarke, S. (1991) ‘State, Class Struggle and the Reproduction of Capital”, Clarke, S. (der.), The State Debate içinde, London: Macmillan, 183-203.

Dean, M. (2002) ‘Liberal Government and Authoritarianism”, Economy and Society, 31(1): 37-61.

Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Güvenlik Daire Başkanlığı, (2010) ‘İstatistik”, http://ozelguven lik. pol. tr/teskila tis- tatistik.asp, indirilme tarihi: 22 Mart 2010.

Ergut, F. (2004) Modern Devlet ve Polis: Osmanlı’dan Cumhuriyete Toplumsal Denetimin Diyalektiği, İstanbul: İle­tişim.

Ergut, F. (2009) ‘Polis Çalışmaları için Kavramsal Bir Çerçeve”, Levy, N. ve N. Özbek (der.), Jandarma ve Polis: Fransız ve Osmanlı Tarihine Çapraz Bakışlar içinde, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt, 38-63.

Eryılmaz, M. B. (2006) ‘Özel Güvenlik”, Almanak Türkiye 2005: Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim içinde, DCAF-TESEV Güvenlik Sektörü Çalışmaları Dizisi – Özel Yayın, 124-133.

Fırat, A. S. (2008) ‘Yoksulluk, Kentlerde Suç Artışı ve Kent Merkezlerinde Özel Güvenlik Hizmetleri Verilmesi”, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 10(3): 201 -228.

Foucault, M. (1991) “Governmentality”, Burchell, G. vd. (der.) The Foucault Effect:Studies in Governmentality içinde, Chicago: University of Chicago, 87-104.

Foucault, M. (1980) “Truth and Power”, C. Gordon (der.), Power and Knowledge içinde, çev. C. Gordon, Essex: Longman, 109-133.

Gambetti, Z. (2009) “İktidarın Dönüşen Çehresi: Neoliberalizm, Şiddet ve Kurumsal Siyasetin Tasfiyesi”, İstan­bul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 40: 143-164.

Gambetti, Z. (2007) “Linç Girişimleri, Neo-liberalizm ve Güvenlik Devleti”, Toplum ve Bilim, 109: 7-34.

Gamble, A. (2006) “Two Faces of Neoliberalism”, Robison, R. (der), The Neoliberal Revolution: Forging the Mar­ket State içinde, London: Palgrave-Macmillan, 20-35.

Giddens, A. (1985) The Nation-State and Violence, Berkeley: University of California.

Goldstein, D. M. (2005) “Flexible Justice: Neoliberal Violence and Self-Help Security in Bolivia”, Critique of Antropology, 25(4): 389-411.

Gökçe, D. ve T. Morgül (2007) “Güvenlik: Herkese Lazım (Söyleşi)”, İstanbul, 59: 62-67.

Gönen, Z. (2008) “‘Varoşların Zabtiyesi ya da Kent Yoksullarının Neoliberal Denetimi”, Toplum ve Bilim, Kent ve Suç Özel Sayısı, 23: 93-102.

Görkem, H. (2009) Kamu Hizmetlerinin Özelleştirilmesi Kapsamında Cezaevi Hizmetlerinin Özelleştirilmesi ve Türkiye’de Uygulanabilirliği, Yayın No: 2009/397, Ankara: T.C. Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı.

Gülcü, M. (2003), “Türkiye’de Modern Özel Güvenliğin Tarihçesi”, Polis Dergisi, 37, http://www.egm.gov.tr/egi- tim/dergi/eskisayi/37/web/makaleler/Mustafa GULCU.htm, indirilme tarihi: 6 Mart 2010.

Gülcü, M. (2002a) “Özel Güvenliğin Felsefesi-I”, Polis Dergisi, 31, http://www.egm.gov.tr/egitim/dergi/eskisayi/31/ yeni/web/Mustafa GULCU.htm, indirilme tarihi: 6 Mart 2010.

Gülcü, M. (2002b) “Özel Güvenliğin Felsefesi-II”, Polis Dergisi, 32, http://www.egm.gov.tr/egitim/dergi/eskisa- yi/32/web/makaleler/Mustafa GULCU.htm. indirilme tarihi: 6 Mart 2010.

Harvey, D. (2006) “Neo-liberalism as Creative Destruction”, Geogr.Ann., 88 B (2): 145-158.

Harvey, D. (2003) “Accumulation by Dispossession”, New Imperialism içinde, Oxford: Oxford University, 137­182.

Haspolat, E. (2009) “Türkiye’de Özel Güvenliğin Gelişimi ve Bugünü”, http://evrenhaspolat.blogspot.com/. in­dirilme tarihi: 8 Nisan 2010.

Haspolat, E. (2005/2006) “Devlet-Güvenlik İlişkisinin Değişen İçeriği: Dünyada ve Türkiye’de Özel Güvenlik”, Eğitim, Bilim, Toplum, 4(13): 60-79.

Jessop, B. (2008) State Power, Cambridge: Polity.

Johnston, L. (1992) The Rebirth of Private Policing, London and New York: Routledge.

Jones, T. ve T. Newburn (der.) (2006) Plural Policing: A Comparative Perspective, London and New York: Rout- ledge.

Joseph, J. (2007) “Neo-liberalism, Governmentality and Social Regulation”, SAID Çalıştayı’nda sunulan bildiri,

www.said-workshop.org/joseph.paper.doc indirilme tarihi: 12 Mayıs 2009.

Kandemir, S. (2008) “Daha Fazla Özgürlük için Özel Güvenlik”, Güvenlik Sektörü Yönetişimi: Türkiye ve Avrupa içinde, DCAF-TESEV Güvenlik Sektörü Çalışmaları Dizisi 4, İstanbul: Sena Ofset, 68-72.

Karaman, Ö. ve K. Seyhan (2001) “Olumlu ve Olumsuz Yanları ile Özel Güvenlik Hizmetleri”, Polis Bilimleri Dergisi, 3(3-4): 149-173.

Kempa, M. vd. (1999) “Reflections on the Evolving Concept of ‘Private Policing'”, European Journal on Criminal Policy and Research, 7: 197-223.

Kuyaksil, A. ve O. Akçay (2005) “Türkiye’de Meslekleşme Olgusu Olarak Özel Güvenlik Hizmeti”, Polis ve Sosyal Bilimler Dergisi, 3(2), 1-21.

Kuyaksil, A. ve M. Tiyek, (2003) “Türkiye’de Güvenlik Hizmeti Olarak Özel ve Gönüllü Güvenlik”, Polis Bilimleri Dergisi, 5(2): 65-94.

Loader, I. (2000) “Plural Policing and Democratic Governance”, Social and Legal Studies, 9(3): 323-345.

Loader, I. (1997) “Thinking Normatively About Private Security”, Journal of Law and Society, 24(3): 377-394.

Mann, M. (1988) “The Autonomous Power of the State: Its Origins, Mechanisms and Results”, Mann, M. States, War and Capitalism içinde, Cambridge: Blackwell, 1-32.

Marx, K. (2007) Kapital, Birinci Cilt, çev. A. Bilgi, Ankara: Sol.

Miller, P. ve N. Rose (1992) “Political Power beyond the State: Problematics of Government”, The British Journal of Sociology, 43(2): 173-205.

Morgül, T. ve V. Aytar (2007) “Türkiye’nin Özel Güvenliği: Nihat Kubuş ile Söyleşi”, İstanbul, 59: 90-91.

Neocleous, M. (2006) Toplumsal Düzenin İnşası: Polis Erkinin Eleştirel Teorisi, çev. A. Berkmen, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi.

Neocleous, M. (1996) Administering Civil Society: Towards a Theory of State Power, London: Pluto.

O’Malley, P. (2002) “Globalizing Risk? Distinguishing Styles of ‘Neo-liberal Criminal Justice in Australia and the USA”, Criminology and Criminal Justice, 2(2): 205-222.

Özdek, Y. (2005) “Ceza Reformunun Görünmeyen Yüzü: Hapishanelerde Zorla Çalıştırma”, http://www.sendi- ka.ora/vazi.DhD?vazi no=2015, indirilme tarihi: 22 Ocak 2010.

Özdek, Y. (2002) “Küreselleşmenin Yeni Evresi, Zorun Rolü ve Hukuk”, h ttp://www. toplumsalhukuk.org/yazi oku.asp?sayfa no=46&b=kuresellesmenin yeni evresi zorun rolu ve hukuk yasemin ozdek, indirilme tarihi: 22 Ocak 2010.

Özkazanç, A. (2007) “Örgütlü Modernliğin Çözülmesi Sürecinde Suçun Yeniden Siyasallaşması”, Özkazanç, A. Siyaset Sosyolojisi Yazıları: Yeni Sağ ve Sonrası içinde, Ankara: Dipnot, 209-230.

Özler, M. (2007) “Devlet ve Güvenlik, Güvenliğin Şirketleşmesi”, Hukuk ve Adalet: Eleştirel Hukuk Dergisi, 4(9): 359-378.

Paker, E. B. (2009) “Güvenlik Endüstrisi ve Güven(sizliğin) İnşası: Bir Toplumsal Paranoyayı Anlamak”, Toplum ve Bilim, 115: 110-130.

Paye, J. C. (2009) Hukuk Devletinin Sonu: Olağanüstü Halden Diktatörlüğe Terörle Mücadele, çev. G. D. Lüküslü, Ankara: İmge.

Poulantzas, N. (1978) State, Power, Socialism, New York: Verso.

Rose, N. (2000) “Government and Control”, British Journal of Criminology, 40, 321-339.

Rose, N. (1987) “Beyond the Public/Private Division: Law, Power and the Family”, Journal of Law and Society, 14(1): 61-76.

Sancar, M. (2000/2001) “Şiddet, Şiddet Tekeli ve Demokratik Hukuk Devleti”, Doğu Batı, 4(13): 25-44.

Shearing, C. (2005) “Nodal Security”, Police Quarterly, 8(1): 57-63.

Shearing, C. (2001) “Punishment and Changing Face of the Governance”, Punishment and Society, 3(2): 203­220.

Shearing, C. ve J. Wood (2003) “Nodal Governance, Democracy and the New Denizens”, Journal of Law and Society, 30(3): 400-419.

Smith, R. M. (2003) From Blackjacks to Briefcases: A History of Commercialized Strikebreaking and Unionbusting in the United States, Athens: Ohio University.

South, N. (1997) “Control, Crime and ‘End of Century Criminology'” Francis, P. vd. (der.) Policing Futures, The Police, Law Enforcement and the Twenty-First Century içinde, Macmillan, 104-123.

Swyngedouw, E. (2000) “Authoritarian Governance, Power and the Politics of Rescaling”, Environment and Planning D: Society and Space, 18: 63-76.

Şafak, A. (2000) “Türkiye’de Özel Güvenlik Şirketleri Kurma Girişimleri ve Yasal Durumu”, Polis Bilimleri Dergisi, 2(7-8): 1-12.

Şahin, M. ve H. Görkem (2007) “Kamusal Hizmet Olarak Cezaevi Hizmetlerinin Özelleştirilmesi ve Türkiye’de Özel Sektör Cezaevlerinin Uygulanabilirliği”, Yönetim ve Ekonomi, 4(2): 19-29.

Tilly, C. (1990) Coercion, Capital and European States, 990-1990, New York: Blackwell.

Ünal, Ç. (2000) Özel Güvenlik, Ankara: Mönch Türkiye.

Wacquant, L. (2003) “Toward a Dictatorship Over the Poor? Notes on the Penalization of Poverty in Brazil”, Punishment and Society, 5(2): 197-205.

Wacquant, L. (2001) “The Penalisation of Poverty and the Rise of Neo-liberalism”, European Journal on Crimi­nal Policy and Research, 9: 401-412.

Wood, E. M. (2003), Empire of Capital, New York and London: Verso.

Wood, E. M. (1995), Democracy against Capitalism, Cambridge UP.

Yardımcı, S. (2009) “Kuşatma Altında Gündelik Hayat: Özel Güvenlik, Kent Yaşamı ve Yönetimsellik”, Toplum ve Bilim, 115: 226-260.

Zedner, L. (2006) “Policing Before and After the Police: The Historical Antecedents of Contemporary Crime Control”, British Journal of Criminology, 46: 78-96.

Mevzuat

22.07.1981 tarih ve 2495 sayılı Bazı Kurum ve Kuruluşların Korunması ve Güvenliklerinin Sağlanması Hakkında Kanun, httD://www.mevzuat.adalet.aov.tr/html/550.html. indirilme tarihi: 22 Mart 2010.

İstanbul Valiliği’nin 15.03.1999 tarih ve 1999/1 sayılı Güvenlik Tebliği, httD://www.istanbul.aov.tr/?Did=79. indi­rilme tarihi: 22 Mart 2010.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, “Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanun Teklifi ve Gerekçesi”, 26 Mayıs 2004, httD://www.tbmm.aov.tr/sirasavi/donem22/vil01/ss467m.htm. indirilme tarihi: 23 Mart 2010.

İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 25.11.1999 tarih ve 4330 (00204) sayılı “Özel Güvenlik Şirket­leri” Konulu Genelge.

10.06.2004 tarih ve 5188 sayılı Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanun, http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/ html/1381.html. indirilme tarihi: 22 Mart 2010.

You may also read!

Pogroma Karşı Göçmen Sınıf Kardeşlerimizin Yanındayız

Suriyeli göçmenlere yönelik olarak Kayseri’de başlayan ırkçı saldırılar; dün akşam Hatay, Antep, Konya ve İstanbul gibi birçok noktaya sıçramış

Read More...

Lenin’de proletarya hegemonyası: İşçi sınıfının öncülüğü – Candaş Ayan

Shandro’nun ortaya koyduğu eser, Lenin’i Marksist sınıf mücadelesi ve proletarya hegemonyası çerçevesinde bağlamsallaştırarak bize, on dokuzuncu yüzyılın sonlarından başlayarak Lenin’in yaşamının sonuna kadar uzanan bir süreçte devam eden ontolojik ve epistemolojik temaların gelişimini görme imkânı veren, oldukça kıymetli bir çalışmadır. Yine de bazılarının, Lih’in kitabını ‘Lenin hakkında sarf edilebilecek son sözler’ olarak nitelemelerini[33] boşa çıkarttığı gibi Shandro’nun kitabının da Lenin hakkında sarf edilebilecek son sözler olmayacağı aşikâr. İşçi sınıfı mücadelesinin değişen koşullar karşısındaki dinamizmine ve diyalektiğe dair yaptığı katkılarla Marksist sınıf teorisinin sınırlarını genişleten bir fikir ve eylem insanına dair söylenebilecek sözlerin tüketilmesi zor.

Read More...

Marx’ın Yeni Ortaya Çıkarılan Mektubu Enternasyonalizmin ve Partinin Gerekliliğini Yeniden Onaylıyor

İlk kez Jean-Numa Ducange tarafından yayınlanan bu mektubu Komünist İşçi Örgütü (Communist Workers’ Organisation) ilişkilendirdiği bağlamı değerli bulduğumuz bağlam

Read More...

Mobile Sliding Menu