Karl Marx’ta “ursprüngliche akkumulation” kavramının ne anlama geldiği konusunda Marksist yazında ve tartışmalarda iki ana yorumdan söz edilebilir. Bir bakış Marx’ın bu kavramı tarih-dizimsel bir anlamda kullandığını, bununla da kapitalizmin tarih-öncesine ait, büyük çiftçi kitlelerinin zor ve şiddet yoluyla topraksızlaştırıldığı bir dönemi imlediğini, bu anlamda bir “ilk” birikim anına göndermede bulunduğunu savunur. Buna göre, Marx bu kavramsallaştırmanın kapitalizmin kanlı geçmişindeki bir dönemle ilgili olduğunu, bu kanlı, doğrudan şiddetin kapitalizmin gelişimiyle yerini daha “uygar” disipline etme yöntemlerine bıraktığını ima eder. Örneğin Silvia Federici, Marx’ın kapitalizmin bu “kanlı evresinin” “zorunlu” bir dönem olarak gördüğünü, bu anlamda da bu zorunlu kanlı geçmişe olumlu tarihsel bir görev yüklediğini, dahası kapitalizmin tarih-öncesini oluşturan bu şiddetin kapitalist ekonominin gelişmesi ve yasalarının tam işlerlik kazanmasıyla sona ereceğini savunduğunu ileri sürer (2004: 12). Benzer biçimde Federici tarih-dizimsel anlamda bir “ilkel birikim evresinden” (2004: 85) söz eder ve Marx’ın “ursprüngliche akkumulation” kavramını, Smith’e karşı tartışmasında sermayenin başlangıç evresindeki yoğunlaşma zorunluluğunun ifadesi ve bu yüzden feodal ekonomik ilişkilerin direncini kırmak için “zorunlu” bir adım olduğu biçiminde geliştirdiğini (2004: 61-62) iddia eder. Bu yüzden de bu kavramın eleştirilip yeniden kavramsallaştırılması gerektiği konusunda Amin, Mies ve Boutang gibi eleştirmenlere katıldığını söyler (2004: 61 ve 117, not 5). Federici, örneğin Boutang’ın, Marx’ı “kökensel birikim[1] dönemini” Avrupa’daki egemen sınıfların fazlalık olan iş gücünden kurtulmak istediği bir dönem olarak betimlediği eleştirisine katılır; ancak böyle bir eleştiriyi neye dayandırdığını açıklamaz. Federici, Marx’ın kökensel birikim kavramının “tarihsel” bir anı imlediği kadar kapitalist üretim ilişkilerinin “mantıksal” önkoşulunu da imlediğini teslim eder (2004: 63). Ancak Marx’ın bu kavramı bütünüyle “hikâyesinin anlatıcısı proletaryanın gözünden aktardığı” için de eleştirir (2004: 63). Federici Marx’ın Afrikalı siyahların köleleştirilmesini, Kuzey Amerika yerlilerinin servetinin yağmalanmasını ve İngiliz çocuklarının kanıyla biriken sermayesinin Kuzey Amerika’ya aktarılmasını da kökensel birikimin kurucu uğrakları olarak tanımladığını ifade eder. Ancak “ilkel birikimin yalnızca sömürülebilen işçilerle sermayenin yoğunlaşması olarak tanımlanamayacağını”, bizzat “işçi sınıfı içindeki farklılıkların da birikimi olduğunu” (2004: 63-64) söylerken cinsiyet ve ırk gibi “farklılıkları” tarih-üstü özler olarak değerlendirir ve bu kimliklerin kapitalist kimlikler olarak nasıl üretildikleri sorusunu yanıtsız bırakır. Bu yüzden, örneğin, köle emeğinin kapitalist üretim ilişkilerinin kuruluşunun önemli bir öğesi olduğunu doğru belirlemesine karşın, kapitalist köleliğin nasıl Roma veya Antik Yunan köleliğinden farklı olduğu, eski çağlardaki köleliğin neden kapitalizmin inşasına yol açmadığı sorularına değinmez (2004: 64-65).
Sermayenin bir toplumsal ilişki olduğu olgusundan yola çıkarak birçok Marxçı siyasal iktisatçı ve toplumsal eleştirmen “ursprüngliche akkumulation” kavramının kapitalizmin sürekli yeniden-üretilmesi gereken birikimini imlediğini (Bonefeld, 2001), yalnızca tarihsel bir geçmişi değil; zorla proleterleştirme anlamında kapitalist üretim ilişkilerinin özsel bir öğesini oluşturduğunu (Bonefeld, 2011), kapitalizmin farklı zamansallıklar yarattığını, dolayısıyla klasik çizgisel bakışla ne kapitalizmin ne de “kökensel birikimin” anlaşılabileceğini (Tomba, 2013), devletin “kökensel birikimin” sürekliğinin en önemli öznesi olduğunu (Roberts, 2017) savunur. Bu ikinci bakış açısı sermayeyi toplumsal bir ilişki olarak değerlendirmesinin yanı sıra çözümlemelerine siyasi dolayım, devlet ve sınıf mücadelesi gibi kavramları katar. William C. Roberts’in de ifade ettiği gibi, yanıtlanması gereken en önemli sorulardan biri “kökensel birikimde” devletin bu zorunlu rolünün nereden kaynaklandığıdır (2017: 2).
Kökensel birikim kapitalist üretim tarzının ayırıcı, özgül özniteliği olan emek gücünün metalaşmasını imler. Emek gücünün metalaşmasının gerekli ve yeterli koşuluysa emek gücü sahibinin “özgür işçi” olarak ortaya çıkmasıdır. Bu anlamda kökensel birikim sermayenin kurucu öğesi ve kavramını[2] oluşturur (Bonefeld 2011, 380). Kapitalist üretim ilişkilerinin sürekli olarak yeniden inşası ve doğrudan üreticileri üretim araçlarından ayrılığının yeniden-üretimi sürekli (dolaylı) şiddete dayalı bir sürecin işletilmesini zorunlu kılar.[3] Özgül kapitalist toplumsal üretim ilişkilerinin özü olan artı-değer sömürüsünün sürekliliğini sağlayan şey işçilerin üretim araçlarından sürekli biçimde ayrı tutulmasıdır; bu ayrılığın siyasal var olma biçimi kapitalist devlettir. Kapitalist devlet işçilerin zorunlu “özgürlüklerinin” güvencesidir. Bu açıdan bakıldığında kökensel birikim hem tarihsel hem de yapısal anlamda süreklidir: Tarihsel anlamda kökensel birikim işçi ile üretim aracı arasındaki ayrılığın zor yoluyla sürekli inşa edilmesi anlamına gelir. Yapısal olarak, kökensel birikimin özü olan bu ayrılık hem kapitalist üretim ilişkilerinin koşulu, hem de bu ilişkilerin sonucu olduğu anlamına gelir. Kökensel birikim kapitalist üretim ilişkilerinin koşuludur, zira işçiler “özgürleşmeden” emek gücü metalaşamaz ve artı-değer üretilemez; bu ilişkilerin sonucudur zira işçi ile üretim aracı arasındaki ayrılık yasalar, hukuk ve siyasal dolayım (devlet) yoluyla kurumsallaştırılır ve sürekli kılınır.
Kökensel birikimin sürekliliğinin iç ilişkili dört uğrağı imlediğini söylemek olanaklıdır: 1) Kapitalist üretim ilişkilerinin kanlı doğumunu ve zorla mülksüzleştirme yoluyla işçi sınıfının oluşumunu imleyen tarih-dizimsel uğrak; 2) Kapitalizmin kolonyal ve emperyalist küresel pazar oluşturma uğrağı; 3) Uluslararası pazarda sermayeler arası rekabet ve sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması uğrağı; 4) En önemlisi, bütün bu uğraklara içsel olan işçi sınıfının mülküzleştirilmesinin sürekli kuruluşu uğrağı. Tüm bu uğraklarda devlet kökensel birikimin ve kapitalist üretim ilişkilerinin hem koşulu hem sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu savı açıklığa kavuşturmak için öncelikle Marx’ın kapitalist toplumu çözümleme ve siyasal ekonomiyi eleştiri yöntemi ele alınacaktır. Bu çerçevede meta, değer ve değer üretimi, vb. kavramlar çözümlenecektir. Ardından kökensel birikim ve bunun emeğin özgürleşmesi ve burjuva özel mülkiyet ile bağları irdelenecektir. Son olarak kökensel birikimin sürekliliği savı ele alınacaktır. “Ek” bölümünde ise “ursprüngliche akkumulation” kavramının niye Türkçe olarak “kökensel birikim” biçiminde karşılanması gerektiği tartışılacaktır.
Marx’ın yöntemi: Kapitalist üretim ilişkileri ve siyasal ekonominin eleştirisi
Marx, kapitalist üretim ilişkileri çözümlemesine meta kategorisiyle başlar. Bu olumsal bir tercih değildir; çözümlemeye meta ile başlamanın nedeni metanın kapitalist toplumlarda servetin var olma (gerçekleşme) biçimi olmasıdır. Metanın ikili doğası, metanın bir yandan kullanışlı bir nesne (kullanım değeri) öte yandan mübadele değeri biçimine bürünmesi, kapitalist üretim tarzının iç çelişkilerinin özünü oluşturur. Bu yönüyle meta kapitalist toplumun hücresidir. Kapital’in başlangıç noktası ve kapitalist üretimin koşulu olan meta, çözümlemenin sonunda özgül kapitalist üretim ilişkilerinin sonucu olarak karşımıza çıkar. Bu durum, burjuva iktisatçılarının varsayımının tersine, ne bir döngüselliğe ne de erekbilimsel bir açıklama biçimine karşılık gelir. Marx’ın çözümlemesine kapitalist üretim ilişkilerinin koşulu olarak metayla başlayıp ardından aynı kategoriyi bu özgül ilişkilerden çıkarsaması onun yöntemindeki iki önemli öğeyi imler: Soyuttan somuta yükseliş ve araştırma tarzı ile sunuş tarzı arasındaki ayrım ve diyalektik ilişki.
Kapital’in başında meta her şeyden önce verili bir nesnedir; belirli bir gereksinimi karşılama nesnesidir ve her türlü tarihsel belirleniminden soyutlanmış biçimde ele alınmaktadır. Bizzat bu noktada bile Marx’ın diyalektik yöntemi ile deneycilik ve kaba materyalizm arasındaki ayrım göze çarpar: Deneycilik ve fizikalist materyalizme göre duyu nesnesi en somut kategoridir; buna göre somut olan “dışarıda” olan anlamında nesnel olanla özdeştir. Duyu nesnesinin somutluğu tartışma götürmez; dahası, insan bu duyu verisi nesnenin özelliklerini kategoriler ve kavram aracılığıyla sınıflandırır ve kavrar. Bu yüzden her kavramsallaştırma-soyutlama katmanı özneyi nesneden uzaklaştırır zira kavramlar hiyerarşisinde yukarı çıktıkça duyu nesnesinin başka özellikleri dışta bırakılır. Bu bakışın sonucunda bir yandan boş kavramsal biçimler, öte yandan gerçekliği asla bilinemeyen “kendinde şeyler” dünyası yer alır. Bu bakışta kavram farklı nesnelerin “ortak” yanları veya benzerliklerinin bir genellemesiyle elde edilir. Bu yüzden bütün var olan nesnelerin ortak özelliği olan varlığı imleyen terim, kavramların en soyut ve dolayısıyla en içerikten yoksun olanıdır.
Marx açısından ise kavram duyu nesnelerinin ortak özelliklerinin genellemesi ile elde edilen bir şey değildir. Kavram, E. V. Ilyenkov’un deyişiyle (1982), farklı nesneler arasındaki ortak yönleri değil; bu farklı nesnelerin aynı kökten nasıl türediklerini imler. Kavram farklılıkların ortak oluşumsal kökünün ideal olarak yeniden inşasıdır; öyle ki yalnızca var olan farklı nesnelerin bireyselleşmelerini, özgül ve ortak özniteliklerini değil; aynı zamanda bu oluşum sürecinde kaybolmuş öznitelikler ve özgüllükleri ve bunların ortadan kalkmasının nedenlerini de gösterir. Buna göre, örneğin sınıf, öteki toplumsal katmanların yanı sıra bir katman değildir: “sınıf” kavramı bir toplumsal zümrenin ortak özelliklerinin genellemesiyle elde edilemez. Tersine hangi koşullar ve oluşumsal süreçler sonucunda toplumsal katmanlaşmanın bu belirli tarihsel biçime büründüğü gösterildiğinde, eş deyişle sınıfsal katmanlaşmanın tarihsel belirlenimleri ideal olarak inşa edildiğinde ve bu belirli tarihsel katmanlaşmanın toplumsal dinamikleri ve iç özellikleri belirlendiğinde sınıf kavramına varılır. Bu doğrultuda Marx, örneğin kapitalist öncesi toplumsal katmanların bir örneği olarak Fransız çiftçilerini betimlerken şöyle der:
Küçük köylüler, üyelerinin hepsi aynı koşullar içinde yaşayan ama birbirleriyle gerçek ilişkilerle birleşmemiş bulunan muazzam bir kitle meydana getirir. Onların üretim tarzları, onları, karşılıklı ilişkiler kurmaya götüreceği yerde, birbirlerinden ayırır. Küçük köylülerin bu tecrit edilmiş durumu, Fransa’da ulaşım araçlarının kötü durumu ve köylülerin yoksulluğu yüzünden daha da ağırlaşır. Küçük bir tarlanın işletilmesi, hiçbir işbölümüne, hiçbir bilimsel yöntem kullanılmasına elvermez, bu bağımdan da, hiç bir gelişim çeşitliliğine, hiç bir yetenek değişikliğine, toplumsal ilişkilerde hiçbir zenginliğe elverişli değildir. Köylü ailelerinin her biri, hemen hemen tamamıyla kendi kendisine yeter, tükettiğinin en büyük bölümünü doğrudan doğruya kendisi üretir, böylece geçim araçlarını, toplumla bir değiş-tokuştan çok doğa ile yaptığı değişim yoluyla sağlar. Tarla, köylü, ailesi; onun yanında bir başka tarla, bir başka köylü ve bir başka aile. Bu ailelerden belli bir miktarı bir köy meydana getirir, belli bir miktar köy de bir idari birimi oluşturur. Böylece, Fransız ulusunun büyük kitlesi, aynı cinsten büyüklüklerin basit bir toplamı ile, hemen hemen patates dolu bir çuvalın bir çuval patates meydana getirmesi gibi, aynı biçimden oluşmuştur. (2003: 105).
Buna benzer biçimde Grundrisse‘de Marx, üretimin her zaman belirli bir tarihsel biçimde gerçekleştiği anlamında tarihsel olduğunu, buna karşın bir “zihin ayrımı” veya soyutlama olarak bütün bu tarihsel dönemlerde ortak bir yön bulunduğunu söyler ve bunu “genel olarak üretim” diye adlandırır. Ancak Marx siyasal ekonominin görevinin toplumsal üretim ilişkilerinin (insanlar arası ve insan ile doğa arasındaki metabolik ilişkiyi) çözümlemek, her bir döneme özgü yönleri ve bu özgüllüklere karşın bu dönemlerin ortak yönlerini ortaya çıkarmak olduğunu belirtir. Bir başka deyişle, siyasal ekonominin görevi farklı ekonomik formasyonların ortak oluşumsal köklerini ideal olarak inşa etmek ve farklılaşma nedenleri ve yordamlarını ortaya koymaktır. “Genel olarak üretim yoksa, genel üretim de yoktur… Ensonu, üretim, yalnızca bir özel üretim de değildir. Ancak, her zaman, çok ya da az büyük ya da verimli üretim dallarının bir bütünlüğü içinde etkin olan belli toplumsal bir gövde, toplumsal bir öznedir” (Marx, 2013: 22-23).
Soyuttan somuta yükselmek, en belirlenimsiz ve olumsal olanın toplumsal belirlenimlerini ortaya çıkarabilmek için başlangıç noktası tarihsel olarak verili durumdur. Marx bu durumu, kapitalizm öncesi üretim tarzlarını kapitalist üretim tarzıyla karşılaştırırken şu biçimde formüle eder: “İnsanın anatomisi, maymun anatomisi için bir anahtardır” (2013: 39). İnsan anatomisi, maymununkiyle karşılaştırıldığında daha somuttur zira “somut, birçok belirlenimin sentezi, dolayısıyla da çeşitliliğin birliği olduğu için somuttur” (2013: 35).
Bu noktada yukarıda sözü edilen Marx’ın yönteminin ikinci özgüllüğüne varıyoruz: Araştırma tarzı ile sunuş tarzı arasındaki fark ve birlik, somut ile soyut arasında bu diyalektik ilişkinin bir yansımasıdır. Marx Kapital’in birinci cildinin ikinci Almanca baskısına yazdığı önsözde bu konuyla ilgili şunları söyler:
Şüphesiz, sunuş tarzının araştırma tarzından şekil olarak ayrılması gerekir. Araştırma sırasında, malzemenin tüm ayrıntılarıyla ele alınması, farklı gelişim biçimlerinin çözümlenmesi ve bunların iç bağlantısının keşfedilmesi gerekir. Gerçek hareket, ancak bu işin yapılmasından sonra, uygun şekilde betimlenebilir. Bu başarıldığında ve malzemenin yaşamının aynadaki gibi ideal bir yansımasına ulaşıldığında, a priori bir yapıyla karşı karşıya olunduğu sanılabilir (2010: 28).
Yine de bu ayrım mutlak değildir; nasıl ki somut ve soyut sürekli yer değiştiriyor ve her diyalektik döngüde biri ötekinin bir uğrağı olarak ortaya çıkıyorsa, sunuş tarzı ile araştırma tarzı da somutta diyalektik birliğine kavuşur.
Somut, gerçeklikte ve dolayısıyla da sezi [Anschauung] ve tasarım [Konzeption] için çıkış noktası olmakla birlikte, düşüncede, o, çıkış noktası olarak değil, sonuç olarak, toplulaşma olarak ortaya çıkar. Birinci yöntemde, tasarımın bütünlüğü soyut bir belirlenime ulaşmak için kaybolur; ikincide, soyut belirlenimler, somutun düşünce yoluyla yeniden-üretimine götürür (2013: 35; vurgu eklendi).
Marx diyalektik yönteminin bu temel “yasalarının” gizemlileştirilmiş bir biçimde de olsa Hegel tarafından ortaya konduğunu belirtir ve bu anlamda kendisini Hegel’in “öğrencisi” sayar (2010: 29). Yine de Marx’a göre Hegel’in sapkın diyalektiğinde Tin her şeyin ondan türetilebildiği boş bir özneye dönüşür; öyle ki Hegel’in niyetinin de tersine öz ve görünüm arasındaki ilişki, tıpkı deneycilik ve kaba materyalizmde olduğu gibi dışsal, mekanik nedensel bir ilişkiye dönüşür. Hegel, somut durumun somut mantığını çıkarsayacağına, önceden hazır, Tinin mantığını varsayar: Bu anlamda görüngübilimde soyuttan somuta yükseliş gibi görünen hareket boş bir totolojiye dönüşür. Hegel özün belirme mantığının açıklanması olan görüngübilim yerine görüngüye hapsolur ve ötesine geçemez. Hegel için her şey düşüncenin yansımasıdır; onun kaygısı “siyasal gövdenin mantığı” değil “mantığı için siyasal bir gövde oluşturmaktır” (Marx 1975: 48). Marx içinse görüngübilim maddi olanın ideal inşası, görüngünün somutlaştırılmasıdır. Bu anlamda Kapital “emeğin görüngübilimi”dir.
Meta, yukarıda da belirtildiği gibi, kullanım nesnesinden farklı olarak değişim değeriyle belirlenir. Değer ise, değer taşıyıcısı olarak belirli bir metanın üretimi için gerekli ortalama zorunlu toplumsal emek zamanı ile belirlenir. Zorunlu toplumsal zaman cinsinden ifade edilen emek, eş deyişle evrensel bir değişken olan soyut zamanın tahakkümüne giren emek değerin özünü oluşturur. Soyut emek, bir parçacığının bile kullanım nesnesinde bulunamayacağı toplumsal bir tözdür. Toplumsal bir töz olarak değer “ideal” maddi bir ilişki, gerçek bir soyutlamadır. Değerin taşıyıcısı olarak meta bu yüzden farklı iki düzlemde bir çelişkinin ifadesidir. Kapitalist toplumda kullanım nesnesinin var olma biçimi ile toplumsal bir töz olarak değerin var olma biçimi çelişir; ancak değerin gerçekleşebilmesi aynı zamanda onu kullanım nesnesine bağımlı kılar; ne var ki bu ikisi arasındaki ilişki değişir: Kullanım-değeri değerin bir uğrağına dönüşür. Öte yandan, basit meta mübadelesinde daha sonra C metasıyla mübadele edilmek üzere A metasıyla mübadele edilen B metasının kullanım değerinin bu mübadele çevriminin doğasıyla ilişkisi yoktur. Ancak emek ile sermayenin mübadele ilişkisine girdiği kapitalist ekonomide artık basit mübadele düzleminde değiliz. Sermaye ile mübadele edilen ve üretim sürecinde tüketilen emek gücü yalnızca değer değil; artı-değer de üretir: Değerlenme emek gücünün bu “üretici tüketiminin” sonucudur. Dahası, bu mübadele ilk ve tek gerçekten toplumsal üretim ilişkileri olan kapitalist toplumsal üretim ilişkilerinin temelinde gerçekleşebilir. Roman Rosdolsky’nin belirttiği gibi, “sermaye ile emek arasındaki mübadelede kapitalist üretim sürecini ve bizzat sermaye ilişkisini inşa eden şey kapitalist tarafından satın alınan metanın (emek gücünün) kullanım değeridir” (1977: 84). Kullanım değerinin değerin bir uğrağına dönüşümü bu özgül metanın, eş deyişle emek gücünün kullanım değerinin tüketilmesinin doğrudan değerlenmekle sonuçlanmasına yol açan kapitalist toplumsal üretim ilişkileridir.
Metanın bu ikili doğası metada cisimleşen emeğin ikili doğasından kaynaklanmaktadır. Kapitalist üretim ilişkilerinde emek bir yandan metanın kullanım değerinde ifade bulan kullanışlı veya somut emek biçiminde belirir; öte yandan metanın değerinde ifade bulan türdeş, soyut emek biçiminde gerçekleşir. Değer türdeş emek niceliklerinin bir toplamıdır. Başka bir deyişle, kapitalist emek sürecinde bir yandan toplumsal gereksinimleri giderecek kullanım nesneleri üretilir, öte yandan da toplumsal bir töz ve soyut emeğin ifadesi olan değer üretilir. Değer üretimi insanların emeklerini eşit saymalarını sağlar; böylece farklı emek ürünleri birbiriyle mübadele edilebilir eşit nicelikler olarak belirir. Bir başka deyişle, insanlar ürettikleri farklı nesneleri türdeş insan emeğinin cisimleşmesi gördüklerinden dolayı bu ürünleri mübadeleye sokmazlar; tersine “farklı türden ürünlerini mübadele sırasında birbirlerine eşitlerken, kendi farklı emeklerini insan emeği olarak birbirlerine eşitlerler” (Marx, 2010: 84). Farklı emeklerin değer tarafından eşit olarak varsayılması meta fetişizminin başka bir görünümüdür: Üreticiler arasındaki ilişkiler, aslında bu üreticilerin faaliyet yasalarının ifadesinden başka bir şey olmayan, metalar arasındaki ilişki yasaları tarafından belirlenir.
Paranın sermayeye dönüşümü basit mübadele çevriminin sermaye çevrimine dönüşmesine ve artı-değer üretimine bağlıdır. Basit mübadelede mübadelenin amacı belirli somut bir gereksinimin karşılanmasıdır. Sermaye çevriminde ise mübadelenin amacı bizzat paradır. Marx’ın deyişiyle, sermaye çevrimi sermayenin bir kişileşmesi olan kapitalistin cebinde başlar ve orada son bulur. Ancak P-M-P çevriminin bir anlam ifade edebilmesi, çevrimin sonunda kapitalistin cebine dönen paranın başlangıçtaki paradan daha fazla olmasını gerektirir; aksi halde kapitalist böyle bir döngüyü başlatma zahmetine girmez.
Marx artı-değer kaynağının bir metanın ortalama değeri üzerinde bir fiyattan satılması veya ortalama değerinin altında bir fiyattan alınması ile açıklanamayacağını söyler; edimsel durumdaki fiyat dalgalanmaları bir yana, metanın değeri ancak ve ancak onun üretilmesi için gereken zorunlu ortalama toplumsal zaman ile belirlenir. Arı biçiminde metaların mübadelesi eşit değerlerin mübadelesidir. Öyleyse paranın sermayeye dönüşümünün kaynağı mübadele alanı olamaz. “Artık değerin dolaşımdan doğamayacağını, dolayısıyla da oluşumu sırasında, dolaşımın dışında, dolaşımın içinden görülemeyecek bir şeylerin olması gerektiğini görmüş bulunuyoruz” (Marx, 2010: 168). Ancak değerin gerçekleşmesi aynı zamanda bir metanın başka metayla mübadelesi olmaksızın olanaksızdır; bir başka deyişle, bir metaya eklenen emek onun değerini artırabilir ancak özdeğerlenmeye yol açmaz. Belirli bir hammaddenin işlenmesinden sonra ortaya çıkan fazladan değerin gerçekleşmesi, bu yeni metanın mübadele alanında parayla mübadele edilmeksizin olanaksızdır. Dolayısıyla, “sermaye dolaşımdan doğamaz, ama dolaşımdan ayrı olarak doğması da en az o kadar imkânsızdır. Sermaye aynı anda hem dolaşımda doğmak ve hem de dolaşımda doğmamak zorundadır” (Marx, 2010: 168). Para sahibi olan kapitalist metaları değerlerinde satın alıp ve değerlerinde satmalıdır ama aynı zamanda bu sürecin sonunda mübadelenin başlangıcında dolaşıma soktuğundan daha fazla değer elde edebilmelidir. Bay Sermaye tüketiminin (kullanım değerinin) değer üretmekle özdeş olan bir meta satın alabilmelidir. “Bu meta, emek kapasitesi (Arbeitsvermögen) ya da emek gücüdür (Arbeitskraft)” (Marx, 2010: 170).
Emek gücünün satın alınabilmesi bu kapasitenin metaya dönüşmesini gerektirir. Emek gücünün bir metaya dönüşebilmesi için emeğin iki anlamda “özgürleşmesi” gerekiyor: Öncelikle emek gücü sahibi, bu özgül metanın sahibi olmalı; bu koşul sağlandığında emek gücü sahibi bu metayı mübadele alanında “özgürce” satabilme olanağını elde eder. Bu durum aynı zamanda emek gücü sahibinin bu metayı bir bütün olarak değil; belirli bir süreliğine satmasını gerektirir zira bu metayı veya kendisini bütünüyle satmak özgürlüğünden feragat etmesi anlamına gelir ve bir meta satıcısından bir metaya dönüşür.
Emek gücünün bir metaya dönüşüp mübadele alanında sermaye ile ilişkiye girmesinin ikinci bir koşulu ise emek gücü sahibinin gereksindiği metalara, daha da önemlisi bu metaların üretimine yarayacak üretim araçlarına erişiminin olmamasıdır. Bir başka deyişle, emek gücü sahibi üretim araçlarından da “özgür” olmalıdır ve bu özel metadan başka bir metaya sahip olmamalıdır. Bu nedenle üretim araçlarının özel mülkiyeti kapitalist üretim ilişkilerinin zorunlu mülkiyet biçimidir. Burjuva özel mülkiyetinin “olumsuz” görünümü doğrudan üreticilerin üretim araçlarından ayrılığı, “olumlu” görünümü ise bu araçların gerçek veya tüzel kişilerin mülkü olmasıdır. Marx Kapital’den çok önce bu durumu şu biçimde betimler:
Proletarya ve zenginlik, karşıt şeylerdir. Karşıt şeyler olarak bir bütünlük oluştururlar. Her ikisi de özel mülkiyet dünyasının oluşumlarıdırlar. Sorun, onlardan her birinin bu çelişki içinde hangi belirli yeri tuttuğunu bilmektir. Bunlar bir bütünün iki yüzüdür demek, yetmez.
Özel mülkiyet olarak, zenginlik olarak özel mülkiyet … çelişkinin olumlu yanıdır.
Tersine, proletarya, proletarya olarak … çelişkinin olumsuz yönü, çelişkinin yüreğindeki tasa, yok olmuş ve kendi kendini yok eden özel mülkiyettir (Marx, 2016: 57-58).
Kapitalist özel mülkiyet ilişkileri, eş deyişle emek gücünün “özgürleşmesi” kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkmasının koşuludur. Özgür emek yokluğunda salt meta ve para dolaşımı kapitalist üretim ilişkilerinin ve kapitalist üretim tarzının ortaya çıkmasına yetmez. Tam bu anlamda sermaye bir şey -birikmiş para, altın, vb.- değil; toplumsal bir ilişki olarak ortaya çıkar. Marx’ın daha önce belirttiği gibi para (toplumsal bir ilişki olarak) sermayeyi önceler ancak paranın gerçek özüne kavuşması veya kavramının altına girmesi (eş deyişle, belirlenim kazanıp ortak oluşumsal kökünün bir uğrağına dönüşmesi) ancak ve ancak paranın sermayeye dönüşmesi ile olanaklı olur. Paranın sermayeye, basit meta mübadelesinin de kapitalist mübadeleye dönüşmesi ancak ve ancak bu toplumsal ilişkinin kurulmasıyla, eş deyişle emek gücünün metalaşması ve bunun koşulu olan emek gücü sahibinin bu çift anlamlı “özgürleşmesiyle” olanaklıdır.
Demek ki, kapitalist çağı karakterize eden şey, işçinin kendi gözünde emek gücünün kendisine ait bir meta biçimini alması ve dolayısıyla emeğin ücretli emek biçimine dönüşmesidir. Diğer yandan emek ürünlerinin meta biçimini alması ancak bu andan itibaren genelleşir (Marx, 2010: 172; n. 42).
Emek gücünün metaya dönüşmesi ve toplumsal bir ilişki olarak sermayenin ortaya çıkması üretim sürecinin özniteliğini de değiştirir. Genel anlamıyla üretim, insanların çalışma aygıtlarını işe koşarak toplumsal doğayı gereksinimleri doğrultusunda zapturapt altına almaları demektir. Ancak bu, en soyut ve en genel anlamıyla üretim sürecini imler. Emek gücünün sermaye sahibi tarafından satın alınması ve tüketilmesi ise iki özgül görüngünün ortaya çıkmasına yol açar. İlkin, “işçi, emeğinin kendisine ait olduğu kapitalistin denetimi altında çalışır” (Marx, 2010: 188). Bu anlamda işçi sermayenin bir kişileşmesi olan kapitalistin istencine uygun davranır, sermayenin gereklilikleri doğrultusunda üretici etkinlikte bulunur. Bu süreçte çocuğun gelişim süreci boyunca başkasının (ebeveyn, öğretmenler vb.) istencini içselleştirip öz istencini oluşturma süreci olumsuzlanıp yeniden olumlanır: İşçi kendi istencini sermaye istenci lehine olumsuzlar ve öz istencini sermayenin istencinin görüntüsü olarak yeniden kurar. İşçinin istenci “sermayenin kendi suretinde kurduğu dünyaya” uygun bir istence dönüşür (Marx ve Engels, 1976: 488). “Ama ikincisi, ürün, onun dolaysız üreticisinin, yani işçinin değil, kapitalistin malıdır” (Marx, 2010: 188). Bunun nedeni işçinin emek gücünün kullanımını kapitaliste satmasıdır. Bir metanın alıcısı bu metayı, son çözümlemede, kullanım değerinden dolayı satın alır. Emek gücü alıcısı kapitalist de bu kuraldan müstesna değildir. Bu yüzden emeğin etkinliğinin sonucu olan ve artı-değer taşıyıcısı metalarda cisimleşen emek gücü, “mantıksal” açıdan, kapitaliste aittir. Bu emek gücünün metalaşmasının zorunlu ve dolaysız sonucudur.
Kökensel birikim
Yukarıda söylenenlerden emeğin “özgürleşmesinin” kapitalist toplumsal üretim ilişkilerinin ve burjuva özel mülkiyetinin hem koşulu hem sonucu olduğu, eş deyişle bunların birbirlerinin dolayımları oldukları ortaya çıkar. Burjuva özel mülkiyeti olmaksızın, pazarda “eşdeğer” metalarını mübadele edecek meta sahipleri (para sahibi kapitalist ve emek gücü sahibi işçi) ortaya çıkamaz. Öte yandan, işçi iki anlamda (üretim araçlarından özgürleşmeden ve elindeki biricik meta olan emek gücünü satabilme özgürlüğüne kavuşmadan) “özgürleşmeden” ve bunun sonucunda emek gücü bir meta olarak sermaye-para ile mübadeleye girmeden kapitalist üretim ilişkileri inşa edilemez. Burjuva özel mülkiyeti (üretim araçlarının özel mülkiyeti) ve özgür emek karşılıklı olarak birbirlerinin var olma biçimleridir – bu karşılıklılık sınıfsal bir ilişkiyi imler.
Sınırları içinde emek gücü alım satımının gerçekleştiği dolaşım veya meta mübadelesi alanı, gerçekten de, insanın doğuştan sahip bulunduğu hakların tam bir cennetiydi. Burada tek sözü geçen, Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır. Özgürlük! Çünkü, bir metanın, örneğin emek gücünün, alıcıları da satıcıları da yalnızca kendi özgür iradelerine bağlıdır. Aralarındaki sözleşmeyi özgür ve hukukça eşit kişiler olarak yaparlar. Sözleşme, içinde iradelerine ortak bir hukuki ifade verdikleri bir sonuçtur. Eşitlik! Çünkü, birbirleriyle yalnızca meta sahipleri olarak ilişki kurarlar ve aralarında eş değerde olan şeyleri değiştirirler. Mülkiyet! Çünkü, her biri yalnızca kendisinin olan şey üzerinde tasarrufta bulunur. Bentham! Çünkü, her ikisi de yalnızca kendi gemisini kurtarmaya çalışır. Bunları bir araya getiren ve aralarında ilişki kuran biricik güç, onların bencillikleri, özel kazançları ve kişisel çıkarlarıdır (Marx, 2010: 177-178).
Massimo de Angelis’e göre, kökensel birikim kavramı iki kavramsal çıkarımı olanaklı kılmaktadır: Bu kavram bir yandan üreticiler ile üretim araçlarının “zor kullanımıyla” ayrılmasını, öte yandan bu zoraki ayrılmanın çok sayıda farklı biçimlere büründüğü olgusunu imler. De Angelis, kökensel birikim kavramının bir sınıf ilişkisi olarak sermaye ile bağlantılı olduğunu ifade eder (2001: 5); ve buna dayanarak üç önemli belirlemede bulunur. Buna göre 1) gerek kökensel birikimin gerek genel birikimin merkezinde, yukarıda değinilen üreticiler ile üretim araçları arasındaki ayrılık yer alır; 2) bu ayrılık Marx’ın siyasal ekonomi eleştirisinin merkezi kategorisidir; 3) Birikim ve kökensel birikim arasındaki fark özsel değil; ayrılığın sağlandığı biçimler ve koşullarla ilişkilidir (2001: 6). De Angelis’in yorumunda özellikle dikkat çeken şey kökensel birikim ile sınıf mücadelesi arasında kurduğu bağdır.[4] De Angelis, kökensel birikim ile sınıf savaşımının ilişkisini açıklığa kavuşturmak için, Kari Polanyi’ye göndermede bulunarak, Marx’ın kapitalist toplumu çözümlemesinde ikili bir hareketten söz eder: Sermayenin sonsuz değerlenme isteği ve buna karşı, örneğin, işgünü uzunluğunun belirlenmesinde olduğu gibi, toplumun direnci. De Angelis’e göre, bu durum sınıf savaşımının bu gibi direniş hareketlerine içkin olduğunun göstergesidir. Ne var ki, de Angelis bu durumda devletin rolüne ilişkin bir şey söylemez. Ona göre kökensel birikimin nesnesi sadece ortak kullanım alanları, toprak vb. değil; sermayenin hareketini daraltacak veya ona yeni hareket alanları açacak sınıflar arasındaki herhangi bir güç dengesidir (2001: 14). Ancak sınıf savaşımının “siyasal” yönünü, bu savaşımın burjuvazi adına özünde devlet eliyle yürütüldüğünü görmezden gelir. De Angelis’in betimlemesi, üreticilerin siyasal dolayıma karşın üretim araçlarına doğrudan ulaşabilecekleri izlenimine yol açar ve niyetine karşın siyasal ile ekonomik olanı apayrı iki alan sayan geleneksel ekonomist bakışı yeniden üretir.
Michael Parelman’ın, “İlkel Birikimin Gizli Tarihi’nde İngiltere çiftçilerinin toprakları ve ortak alanlarının zor alımının bir anlamda “yasal” olduğu, zira geleneksel olarak çiftçilerin yasal mülkiyet hakları bulunmadığı ve toprak veya ortak alanlar üzerindeki hakları “geleneksel haklar” alanına girdiği yönündeki tespitleri ise kapitalist üretim ilişkilerinin inşasında devletin rolünü gösterir gibidir (2001: 7). Bu durum, devletin “yasal” mekanizmaları ve kanunlarının kökensel birikimin nasıl da ayrılmaz bir parçası ve kurucu bir öğesi olduğu, dahası birikim sürecinin yasal varoluş biçimi olduğunun göstergesi olarak da yorumlanabilir. “Piyasa geliştikçe toprağa susamış ilk zarifler ve daha sonra burjuvazi bu geleneksel hakları bertaraf edecek yasal bir yapı oluşturmak için devleti kullandı” (Parelman, 2001: 7).
Marx Kapital’de kökensel birikimin siyasal ekonomideki rolünü teolojideki “ilk günaha” benzetir. Buna göre, burjuva siyasal iktisatçılar, işçilerin emek gücünden başka bir şeyleri olmamasını, buna karşın kapitalistlerin üretim araçlarına ve işçiyi işe koşacak sermayeye sahip olmalarını, talihsiz işçilerin atalarının tembelliğine ve talihli kapitalistlerin atalarının varyemezliklerine bağlamaya çalışırlar. Onlara göre bu durumun, Adem’in elmayı ısırması gibi, geçmişte gerçekleşen bir olaydır; kapitalist üretim tarzı da bu geçmişteki günahın doğal sonucudur. Burjuva siyasal ekonomisinin bu doğalcılığına karşı Marx, üretim ve geçim araçlarının yanı sıra para ve metanın “kendinde” sermaye olmadıklarını, bunların sermayeye dönüşebilmesi için belli koşulların oluşması gerektiğini söyler. Bunun için toplum, bir yandan emek güçlerinden başka satacak bir şeyleri olmayan özgür işçilere, öte yandan ellerindeki değeri artırmak için bu işçilerin emek güçlerini satın almaya can atan sermaye sahiplerine bölünmelidir (2010: 686-687). Bir başka deyişle, kapitalist üretim ilişkilerinin gerçekleşebilmesi için değer kavramının ortaya çıkması gerekir. Marx’ın Aristoteles’in neden değer kavramını çıkarsamadığı üzerine söylediği gibi, değer kavramının ortaya çıkması ise bu kavramın özünü oluşturan genel (soyut) emeğin ortaya çıkmasını gerektirir.
Değer ifadesinin sırrı, yani genel olarak insan emeği oldukları için ve oldukları ölçüde bütün emeklerin eşit ve eş değerde olmaları, insanların eşitliği kavramı halkın bir ön yargısı haline gelerek yerleşiklik kazanmadan çözülemez. Ama, bu da ancak meta biçiminin emek ürününün genel biçimi halini aldığı ve dolayısıyla insanlar arasındaki meta sahipliğine dayanan ilişkinin egemen toplumsal ilişki haline geldiği bir toplumda mümkün olur (Marx, 2010: 71).
Değer kavramının ortaya çıkabilmesi için emek gücünün bir metaya dönüşmesi gerekir; bunun koşuluysa, daha önce de söylendiği gibi, burjuva özel mülkiyeti, üreticilerin emek güçlerini satmak dışında geçimlerini sağlamak için başka bir araçları olmamasının sağlanmasıdır. Kapitalizm bu ayrılmayı yaratıp koruduğu gibi onu sürekli büyütür ve yeniden-üretir.
Dolayısıyla, sermaye ilişkisini yaratan süreç, işçiyi kendi çalışma koşullarının mülkiyetinden ayıran süreçten başka bir şey olamaz… İlk birikim denilen şey, üreticileri üretim araçlarından ayıran tarihsel bir süreçten başka bir şey değildir. Bunun bir “ilk” süreç olarak görünmesi, sermayenin ve sermaye ile uyuşan üretim tarzının tarih öncesi dönemini oluşturmasından ileri gelir (Marx, 2010: 687).
Parelman, Kapitalizmin İcadı‘nda, Marx’ın, burjuva siyasal ekonomisinin mitolojik yaklaşımına karşı okurun dikkatini kapitalist düzenin bizzat şu andaki felaketlerine çekmek için kökensel birikimin sürekliliğini göz ardı ettiğini ileri sürer (2000: 30). Bu bakışı, Marx’ın kökensel birikim üzerine yazdıkları göz önünde tutulduğunda şöyle geliştirmek olanaklıdır. Kökensel birikim ancak ve ancak kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkmasıyla gerçekleşir veya bu ilişkilerin gerçekleşmeşini imler. Örneğin, kökensel birikim yalnızca kapitalizmin kanlı “başlangıcını” temsil etmez; “sermaye tepeden tırnağa kana bulandığından” (Marx, 2010: 727) ve kapitalizm barbarca ve hunharca bir düzen olduğundan kökensel birikim de hep kanlı olagelmiştir. Şiddet, sermayenin ikizidir. Bu şiddet, ister doğrudan bedensel şiddet biçiminde anlaşılsın, ister sermayenin “eğitici” disiplini biçiminde, ancak ve ancak siyasal dolayımla, eş değerle devlet aracılığıyla uygulanabilir. Bu bağlamda, örneğin, Sven Beckert Pamuk İmparatorluğu‘nda kölelik ve öteki baskı mekanizmalarının kapitalizmin yapısal, olmazsa olmaz öznitelikleri olduğunu gösterir. On sekizinci yüzyılda, Birleşik Krallıkta gelişen pamuk endüstrisinin hammadde gereksiniminin nasıl karşılanacağı henüz meçhuldür. Osmanlı topraklarında, doğu Hindistan ve Çin’de yetişen pamuk, bu gereksinimi karşılamaktan uzaktır. İşte bu evrede Kuzey Amerika’da yoğun köle emeğine dayalı pamuk üretimine geçilir. Burada “kölelik, uygun hava koşulları ve verimli topraklar kadar yeni pamuk imparatorluğunun kurulması için zorunludur” (Beckert, 2015: 93). Bunun yanı sıra, Kuzey Amerika’da pamuk ekiminin gerçekleştirilmesi için devlet müdahalesi zorunlu bir koşuldur. 1786 yılında Birleşik Krallık devleti, çiftlik sahiplerini pamuk ekmeye özendirmek için onlara karşılıksız toprak vaadinde bile bulunur. Beckert’in deyişiyle “böyle bir devlet desteği … endüstriyel üretim için gereken hammadde akışının küresel ölçekte güvenceye alınması için devletin müdahalesinin yaygınlaşacağı gelecekteki bir duruma işaret eder” (2015: 100). Dahası, ABD’nin dünyanın en büyük pamuk sağlayıcısına dönüşmesi, her şeyden öte yerli halkların savaş yoluyla topraklarından sürülmesi ve kolonicilerin bu “sahipsiz” toprakları politikacıların (devletin) yardımıyla ele geçirmesiyle gerçekleşebilirdi. Bu siyasi baskı sadece yerli topraklarını ele geçirmek için değil; köle emeğini sağlamak için de gerekliydi (Beckert, 2015: 115).
David Harvey ise kapitalizmin inşası ve birikimin sürekliliğinde devletin rolü konusuna daha açık biçimde değinir. “Yeni Emperyalizm” başlıklı makalesinde Harvey yeni emperyalizmi kapitalizmin birikimin sürekliliğini merkezde sağlayamadığı dönemlerde merkez ülkelerden çeper ülkelere sermaye aktararak çeperde mülksüzleştirme yoluyla birikimi sağlaması olarak tanımlar (2004: 64). Harvey’ye göre, Marx’ın genel birikim kuramı kökensel birikim süreçlerini dışta bırakır (2004: 73). Bu yönüyle Harvey, Marx’ın kökensel birikimi hala tarih-dizimsel bir an olarak değerlendirdiğini iddia eder. Ona göre Marx “zor” kullanımıyla birikimin sağlanmasını kapitalizmin “başlangıç” dönemiyle sınırlandırır (2004: 74). Harvey’de, Marx gibi, kökensel birikim sürecinde devletin rolünün önemine dikkat çeker. Ancak özellikle Çin ve genel olarak küresel ölçekte özelleştirmeler konusunda söyledikleri, (kökensel) birikim konusundaki önermelerini bulanıklaştırır. Harvey’ye göre Çin’de yakın zamana dek devletin mülksüzleştirme yoluyla kökensel birikime karşı durdurucu (olumsuz) bir etkisi bulunuyordu. Buradan Harvey açısından devlet mülkiyetinin kapitalist özel mülkiyet anlamına gelmediği sonucu çıkar. Dahası, Harvey açısından kapitalist özel mülkiyet, olumsuz anlamda, işçilerin üretim araçlarından ayrılığı anlamına gelmez. Bu yüzden de yeni emperyalizm döneminde mülksüzleştirme yoluyla kökensel birikimin sürekliliğini uluslararası finans sermayenin dayatmasıyla yapılan özelleştirmelerle özdeşleştirir (2004: 75). Ona göre “mülksüzleştirme yoluyla birikim (özellikle özelleştirme yoluyla) küresel kapitalizmin merkezi özgüllüklerinden birine dönüştü” (2005: 78). Bu anlamda her ne kadar Harvey, Marx’a atfettiği, kökensel birikimin kapitalizmin başlangıç evresine ait olduğu yorumuna karşı bunun sürekliliği savını savunmaya çalışsa da, bu sürekliliği kapitalizmin yapısal bir özgüllüğü olarak değil; dışsal ve olumsal bir nitelik olarak ele alır.
Marx Kapital‘in birinci cildinde özgür işçiler sınıfının kanlı oluşum tarihini ayrıntılarıyla anlatır. 14. yüzyıldan başlayarak çoğunluğu kendi toprağı üzerinde çalışan kır nüfusunun çeşitli biçimlerde topraklarına el konulmasıyla bu nüfus üretim araçlarından (topraktan ve kamuya ait alanlardan) yoksun bırakıldı. Ancak kapitalist üretim tarzının temelleri büyük ölçüde 16. yüzyılda atıldı. Bunun yanı sıra, Avrupa’nın büyük toprak sahiplerinden kilisenin mallarına da el konulması kitlelerin proleterleşmesine yeni bir itki kazandırdı. Bu mülksüzleştirme hareketlerinin ortak özelliği ise hepsinin devletin zor kullanımına dayanmasıydı. Mülksüzleştirmeyi tamamlayan süreç ise mülksüzleştirilenlere karşı çıkartılan yasalardı. 1530’da VIII. Henry’nin çalışamayacak durumdaki engelli ve yaşlılara dilencilik lisansı verilmesini, buna karşı çalışabilir durumdakilerin kırbaçlanma, araba arkasından sürüklenme vb. çeşitli cezalar öngörüyordu. “Suçun” tekrarı durumunda kulağının yarısının kesilmesi, üçüncü kez yakalandığında ise idamı hükmediliyordu (Marx, 2010: 704-705). VI. Edward’ın 1547 tarihli yasası ise çalışmayı reddeden kişinin kaçtığı işverenine köle olarak verilmesini buyuruyordu (Marx, 2010: 705). 1572 tarihli Elizabeth’in buyruğu 14 yaşından büyük sağlıklı kimselerin dilencilik yaparken yakalanması durumunda, onları hizmetine alacak bir kişinin bulunmaması halinde kırbaçlanmasını ve sol kulağının kesilmesini, suçun tekrarı durumunda idam edilmelerini emrediyordu (Marx, 2010: 705-706). I. James buyruğuyla ise “ortalıkta dolaşan ve dilenen bir kişi haydut ve serseri ilân ediliyordu. Sulh yargıçları bunları ağır olmayan suç işlemeleri halinde meydanda kırbaçlatma ve ilk yakalanmada 6 ay, ikinci yakalanmada ise 2 yıl hapisle cezalandırma yetkisine sahiptir…” (Marx, 2010: 706). Bu yasalar İngiltere’de 18. yüzyılın başlarına kadar yürürlükte kaldı. Benzer uygulamalar aynı dönemde Fransa’da ve Hollanda’da da bulunur (Marx, 2010: 706). Marx’ın belirttiği gibi, bu mülksüzleştirilen kitle her türlü bedensel baskı ve işkenceyle, kırbaçlanarak ve dağlanarak yeni kapitalist çalışma disiplinine uygun davranmaya itildi (2010: 707).
Sermaye ilişkisinin gelişimi yalnızca emeği “özgürleştirmekle” kalmıyor; nüfusun bir kesimini de fazlalık (artık) haline getiriyor. Sermayenin zenginliğinin artmasının zorunlu bir ürünü ve sermaye tarafından her zaman kullanılmaya hazır bir ihtiyat ordusu oluşturan (Marx, 2010: 610), “akıcı, saklı ve durgun” (Marx, 2010: 619) biçimlerde var olan bu artık-nüfus, durgunluk dönemlerinde faal işçiler üzerinde bir baskı unsuru, ekonomik canlılık ve aşırı üretim dönemlerindeyse çalışan nüfusun taleplerini dizginleme işlevi görür (Marx, 2010: 617). Kapitalist üretim ilişkilerinin dayattığı nüfus yasasının ürünü olan bu artık nüfusun bir kısmı zamanla yeni üretim alanlarınca, ama daha kötü çalışma koşullarıyla özümsenir. Bir başka kısmı ise toplumun kıyısında tedrici bir ölüme terkedilir; dilencilik, haydutluk ve serserilik yoluyla varlığını sürdürmeye çalışan kesimi ise yukarıda örnekleri verilen çeşitli yasal buyruklarla kapitalist üretimin gereklerine uygun biçimde yontulur. Marx bu süreci şöyle özetler:
Bir uçta işin maddi koşullarının sermaye olarak belirmesi ve diğer uçta emek güçlerinden başka satacak hiçbir şeyleri olmayan insanların ortaya çıkması yetmez. Bunların kendilerini gönüllü olarak satmaya zorlanmaları da yetmez. Kapitalist üretimin gelişimi içinde, eğitimleri, gelenekleri ve alışkanlıkları dolayısıyla bu üretim tarzının zorunluluklarını apaçık doğa yasalarıymış gibi gören bir işçi sınıfı oluşur. Bu üretim tarzı tam bir gelişme düzeyine ulaşır ulaşmaz, işleyişi ile her türlü direnci kırar; göreli bir nüfus fazlasının sürekli varlığı, emek arz ve talebi yasasını ve dolayısıyla ücreti sermayenin değerlenme ihtiyaçlarına uygun sınırlar içinde tutar ve iktisadi ilişkilerin sessiz baskısı kapitalistin işçi üzerindeki kesin egemenliğini tamamlar. Gerçi, iktisat dışı, dolaysız zora yine başvurulur, ama yalnızca istisnai olarak. İşlerin normal akışı sırasında işçi, ‘üretimin doğal yasalarına, yani kapitalist üretimin kendi mekanizması ile yaratılan, güvence altına alınan ve ebedileştirilen sermaye bağımlılığına terk edilebilir. Kapitalist üretimin tarihsel doğumu sırasında durum başkadır. Doğum halindeki burjuvazi, ücretleri “düzenlemek”, yani kâr yapma ihtiyaçlarının gerekli kıldığı sınırlar içinde tutmak, iş gününü uzatmak ve bizzat işçinin kendisini normal bir bağımlılık derecesinde tutmak için devlet zoruna ihtiyaç duyar ve bunu kullanır. Bu, ‘ilk birikimin temel bir unsurudur. (2010: 707; vurgular eklendi)
Ancak kapitalist devlet şiddeti bu “tarihsel” başlangıç noktasıyla sınırlı değildir. Kapitalist şiddetin dolaylı ve soyut biçimi onu daha az kanlı veya daha insancıl kılmaz. Nasıl ki devlet kapitalist üretim ilişkilerinin egemen üretim tarzına dönüşmesiyle işlevsizleşmiyorsa, kapitalist dolaylı ve soyut şiddet de gerek bedensel şiddet biçimde gerek başka biçimlerde varlığını sürdürür. Kapitalist toplumda işçinin özgürlüğü sadece görünürde özgürlüktür. Emek gücünden başka satacak metası olmayan kişi iki seçenek arasında seçim yapmakta özgürdür: Emek gücünü ve kendisini satmak veya artık-nüfusun bir parçası olmak ve sürekli bir ölümü deneyimlemek. “Romalı köle, sahibine zincirlerle bağlıydı; ücretli işçi görünmeyen iplerle bağlıdır. Ücretli işçinin görünüşteki bağımsızlığı kendisini çalıştıran efendilerinin sürekli değişmesiyle ve sözleşmenin fıctio juris’ıyle (hukuki sanallığı ile) ayakta tutulur” (Marx, 2010: 554).
Köleye karşı “özgür” işçi hem özgürlük bilincine hem de sorumluluk duygusuna sahiptir. Bu “sorumluluk” duygusu Kant’ın pek sevdiği “özerklik” ve ahlakın kavramının temelini oluşturur. Ancak bu özerklik veya ahlaki sorumluluk duygusu aslında “özgürlüğün” bir yanılsaması olan, işçinin çalışma zorunluluğunun görünmez bağlarıyla bağımlı halde olmasından başka bir şey değildir. Köle bu durumunda sürekli, dolaysız bir zorla tutulur; işçiyse kendisinin ve ailesinin varlığını sürdürmek için kapitalist tarafından yeniden sömürülmeye bağlı olduğundan bizzat kendisi tarafından, “gönüllü” biçimde mevcut konumunu sürdürür (Marx, 1993; 1031).
Kökensel birikimin sürekliliği ve devlet
Sermaye bildik anlamıyla para değildir; daha önce de söylendiği gibi sermaye her şeyden önce toplumsal bir ilişkidir. Para, sermayenin büründüğü zorunlu bir biçimdir; para, sermayenin para biçiminde gerçekleştiği dolayımdır.
[Metaların] yeniden dolaşım alanına sokulmaları gerekir. Bu, bu metaların satılmaları, değerlerinin para olarak gerçeklik kazanması, bu paranın yeniden sermayeye dönüşmesi, bu hareketin durmadan yenilenmesi demektir. Sürekli birbirini izleyen aynı aşamalardan geçerek oluşan bu döngü sermayenin dolaşım hareketini oluşturur (Marx, 2010: 545).
Bu döngünün sürekliliğinin sağlanmasının olmazsa olmaz koşulu, kullanım değerinin (tüketilmesinin) değer ve artı-değer üretilmesine yol açan özgül bir meta olan emek gücünün de sürekli bu döngüye dâhil olmasıdır. Emek gücünün bir meta olarak dolaşıma girebilmesinin koşuluysa emeğin “özgürlüğünün” koşullarının sürekli inşası ve yeniden-üretilmesidir. Buna göre kapitalist üretimin gerçek başlangıç noktası emeğin nesnel koşullarının emeğin öznel etmeni olan emek gücünden ayrılmasıdır. Bir başka deyişle, emek gücünün bir meta olarak mübadele alanına girebilmesi için emeğin üretim araçlarından ayrı tutulması gerekir. Bu yolla, “başlangıçta sadece bir hareket noktasından ibaret olan bu durum, yalnızca sürecin, yani basit yeniden-üretimin sürekliliği aracılığıyla durmadan yeni baştan üretilir ve kapitalist üretimin kendine özgü bir sonucu olarak ebedileşir” (Marx, 2010: 551). Dahası, işçinin bu ayrılık koşullarının süreklilik kazanması yoluyla yeniden-üretilmesi kapitalist üretim ilişkilerinin zorunlu koşulu olarak belirir. Bu anlamda kökensel birikim kapitalist üretim ilişkilerinin özünü ve bir toplumsal ilişki olarak sermayeyi inşa ettiği savı bir kez daha doğrulanmış olur.
Başlangıçta işe koşulan sermaye, birikim çevriminin tamamlanmasıyla ortadan kaybolmaz. Başlangıçtaki sermaye kendini yeniden-üretmeyi ve artı-değer üretimini sürdürür. Bu, gerek başlangıçtaki sermaye gerek bu sermaye tarafından belirlenen yeni sermaye için geçerlidir. Bu anlamda başlangıçtaki birikim sadece mantıksal anlamda bir başlangıçtır; bu başlangıç ortadan kalkmaz ve birikim sürecinde varlığını sürdürür. Böyle düşünüldüğünde bütün birikim süreci başlangıçtaki birikim veya kökensel birikimdir.
Artık-emeğin sahiplenilmesinde de benzer bir durum söz konusudur. Sermayenin biricik ereği daha fazla artık-emeği sahiplenmektir ve bu süreç daha önceki artık-emeğin sahiplenilmesine dayanmaktadır. Bu anlamda da sermaye birikimi başlangıçtaki (kökteki) birikimin sürekli inşası ve yeniden üretilmesidir. Bu yüzden klasik siyasal ekonominin sermayenin “kökensel emeğe” dayalı olarak sahiplenilmesi gereken bir şey olduğu kavramsallaştırması fetişisttir. “Daha önceki karşılığı ödenmemiş emek üzerindeki mülkiyet, şimdi, karşılığı ödenmeyen canlı emeğe bugün gittikçe büyüyen bir ölçüde sahip olabilmenin biricik koşulu olarak ortaya çıkıyor. Kapitalist, ne kadar çok biriktirmişse, o kadar çok biriktirebilecek durumda oluyor” (Marx, 2010: 564).
Bizzat başlangıçtaki sermaye, el konulmuş artı-değer biçimindeki başkalarının artık-emeğinin bir bölümünden başka bir şey değildir. Eldeki bu sermaye daha fazla emek gücü satın alarak sadece kendisine eşit bir niceliği değil; daha fazla bir artık-değer üretir, bu da sermayenin büyümesine ve birikimin artmasına yol açar. Bu da ancak ve ancak mübadele alanında satın alınabilecek bir meta olarak emek gücünün ortaya çıkabilmesinin koşullarının inşasına bağlı bir süreçtir. Görünürde her şey metaların eşit mübadelesi yasasına uygun biçimde cereyan etmektedir, ne var ki emek gücünün sermaye ile mübadelesi söz konusu olunca eşit değerlerin mübadelesi dolaşım alanına ait bir yanılsamadan başka bir şey olmaz.
Emek gücünün devamlı olarak alınıp satılması, biçimdir, içerik, kapitalistin, bir eşdeğer karşılığını vermeksizin durmadan el koyduğu nesnelleşmiş yabancı emeğin bir kısmını elden çıkararak, durmadan daha büyük miktarda yeni yabancı canlı emek ele geçirmekte olmasıdır… Mülkiyet ile emek arasındaki ayrılma, görünüşte bunların özdeşliğinden doğmuş olan bir yasanın zorunlu sonucu oluyor (Marx, 2010: 564-565).
Birikim para birikimini değil; sermayenin özdeğerlenme sürecini imler. Bir başka deyişle, birikim bir toplumsal ilişki olarak sermayenin büyüme sürecidir. Bu büyümeye sermayenin her iki bileşeninin büyümesi dâhildir; öyle ki “sermaye birikimi proletaryanın çoğalması demektir” (Marx, 2010: 594). Kökensel birikimin kapitalist üretim ilişkilerinin “tarihsel” başlangıcını imlediği savını da bu doğrultuda yorumlamak gerekir.
Meta üretiminin meydana getirdiği temel, boyutları gittikçe büyüyen üretimi, ancak kapitalist biçim içinde taşıyabilir. Bundan ötürü, bireysel meta üreticilerinin ellerinde belli bir sermayenin birikmiş olması, özgül kapitalist üretim tarzının ön koşulunu oluşturur. İşte bu nedenle, zanaatçılıktan kapitalist işletme biçimine geçilirken bunun bulunduğunu varsaymak zorunda kalmıştık. Kapitalizme özgü üretimin doğurduğu tarihsel bir sonuç olmadığı, aksine, kapitalizme özgü üretimin temelini oluşturduğu için, bu birikime ilk birikim [ursprüngliche Akkumulation] adı verilebilir (Marx, 2010: 603).
Kapitalist üretim ilişkilerinin inşası için sadece yeter sayıda işçiyi işe koşacak belirli bir sermayenin varlığı yeterli değildir; bunun için aynı zamanda işe koşulacak yeter sayıda “özgür” işçi de var olmalıdır. Özgül kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkabilmesini sağlayan varsayımsal tarihsel bir başlangıç noktası bile özünde doğrudan üreticilerin üretim araçlarından ayrı tutulduğu bir toplumsal ilişki olan sermayeyi varsayar. Marx sermayenin organik bileşimini tanımlarken işçi sınıfını değişken sermaye, üretim araçlarını da sabit sermaye olarak ele alır. İşte bu anlamda da özgül kapitalist üretim ilişkilerinin gerçekleşmesi için bir toplumsal ilişki olarak sermayenin var olması gerekir. Marx’ın sözünü ettiği bu tarihsel başlangıçtaki sermayenin niceliği işte sermayenin bu her iki bileşenini kapsayacak biçimde düşünülmelidir. Sorun, belirli bir kapitalistin elinde belirli miktarda para biçiminde bir sermayenin “birikmesi” değildir. İşçi sınıfına verilen ücret zaten işçi sınıfının “geçen hafta ürettiği değerin bir kesimidir”. Bu gerçeği görmezden gelmek klasik siyasal ekonominin ücreti bir “gelir” biçimi olarak tanımladığı teslis formülüne geri düşmektir. Özgül kapitalist üretim ilişkilerinin ve bu ilişkilere karşılık gelen üretim tarzının “tarih öncesini” imleyen kökensel birikim sürekli biçimde yeniden-üretilir ve bütün kapitalist üretim ve birikim süreçlerine eşlik eder. Marx bu sürecin iki özgüllüğü olduğundan söz eder: “Kapitalist üretim sürecinin sonucunda sürekli büyüyecek biçimde bizzat bu ilişkinin yeniden-üretilmesi ve bu ilişkilerin tarihsel olarak ilk kez ortaya çıktığı ve daha sonra gelişmiş kapitalist toplumun yüzeyinde sürekli yenilenen özgül biçimi” (Marx, 1993: 1063). Bu sürekli yenilenen özgül “tarihsel” biçim ise işçilerin mülksüzlüğüdür. İşte bu anlamda “kökensel birikim sürekli biçimde yeniden üretilen birikimdir” (Bonefeld, 2001: 1).
Bir dolayımlar toplumu olan kapitalist toplumda, yukarıda da belirtildiği gibi, tahakküm de dolaylı bir biçime bürünür. Kapitalist tahakküm siyasi dolayımla gerçekleşir. Bu dolaylılık öncelikle servetin meta biçiminde belirdiği ve bir evrensel yok-varlık olarak değerin taşıyıcısı olduğu üretim ilişkilerinin siyasal var olma biçimidir. Değer asla dolaysız biçimde belirmez, en belirlenimsiz ve soyut düzeyde bile ancak ve ancak bir eşdeğer dolayısıyla göreceli olarak ifade edilir. Değer, insanın üretici etkinliğinin “gecikmeli” sonucudur; üretim alanında ortaya çıkmasına karşın ancak ve ancak dolaşım alanında ve mübadele dolayımıyla, gecikmeyle gerçekleşir. Bu durum, değerin toplumsal bir “ideal” ve kavramsal bir varlık olmasına bağlıdır: Kavram dış uyarana karşı tepkiyi geciktiren, tepkiyi salt davranıştan insan eylemine dönüştüren dolayımdır.
Sermayenin Mikro-politikası‘nda Jason Read, kapitalizm ile devlet ilişkisi konusunda “devletin, özellikle de polis gücünün ve şiddetinin kapitalist üretim tarzının inşası için gerekli ama olumsal” olduğunu iddia eder (2003: 25). Bu savı ise Marx’ın Kapital’de ekonomi-üstü şiddetin yerini sermayenin eğitici disiplinine bıraktığı (2010: 707) önermesine dayandırır. Ancak Marx burada toplumun örgütlenmiş gücü olarak devletten değil; tam da ekonomi-üstü şiddetten (ki büyük olasılıkla, buna işverenin işçilerin doğrudan bedenlerine uyguladığı şiddet de dâhildir) söz etmektedir. Dahası, yukarıda da alıntılanan pasajda, Marx sermayenin olağanüstü durumlarda yine bu şiddet biçimine başvuracağını söyler. Alıntıdaki “ekonomi- üstü” ölçüler devletle özdeşleştirildiğinde bile, bu “olağanüstü” durumun hiç de ayrıksı durumlara tekabül etmediği görülür. Özellikle sınıf mücadelesinin yükseldiği ve burjuva rejiminin tehlikeye düştüğü, hatta burjuvazi içindeki anlaşmazlıklar rejimin “bekasını” tehlikeye düşürdüğü durumlarda burjuvazinin devleti bütün parlamenter ve temsili süslemelerinden kurtardığına, devleti özü olan kolluk gücü, yargı ve hapishaneler sistemine dönüştürdüğüne tanık oluruz, iki kutuplu dünyadaki Latin Amerika cuntalarından Endonezya ve Güneydoğu Asya’daki komünistleri katleden askeri yönetimlere, Türkiye’deki 12 Eylül 1980 darbesinden 20 Temmuz 2016 “saray darbesine”, derinleşen kapitalist bunalım karşısında Avrupa ve Kuzey Amerika dâhil tüm dünyada kitlelere dayatılan kemer sıkma politikaları ve sosyal haklara saldırıdan çalışma süresinin uzatılmasına ve emeklilik yaşının yukarı çekilmesine, devletin “olağanüstü durumlarda ekonomi-üstü araçlara” başvurmasının sürekli bir kural olduğu görülür.
Sermayenin ve kapitalist toplumsal sınıfların bu evrensel varoluş biçimleri tahakkümün de evrensel ve dolaylı biçimde gerçekleşmesini zorunlu kılar. Tahakkümün dolaylı ve evrensel biçimi en açık ifadesini siyasal ve sivil alanların ayrılmasında, siyasal alanın devlet biçiminde bağımsız bir varoluşa kavuşmasında bulur. Marx ve Engels modern kapitalist devleti “burjuvazinin icra kurulu” (1976: 486) olarak tanımladığında aslında Hegel’in “devlet Tanrının yeryüzündeki yürüyüşüdür” (1978: 279) önermesinin insani özünü (ad hominem) açığa çıkararak ayakları üzerinde oturtur. Devlet bir kuvvetler karşılaşması ve savaş alanı olan kapitalist toplumun bu çelişkili varoluşunun hem sonucu, hem de koşuludur. Hegel, sivil toplum alanındaki çelişkilerin devlette çözüme kavuştuğunu söylerken gerçeğin yarısını ama sapkın bir biçimde dile getirir. Olağan durumda kapitalist devlet toplumsal kuvvetler vektörlerinin toplamının sıfır olduğu bir alandır; ancak devlet bu kuvvet vektörlerinin bir araya gelmesinden başka bir şey değildir ve bu yüzden görünürdeki denge devletin sivil alandaki çelişkilerin — sınıf mücadelesinin — siyasal alanda bir üst çelişkiler biçiminde yeniden-üretilmesi olduğu gerçeğini gizlemez. Devlet bir yandan sınıf çelişkisinin ve sınıf mücadelesinin bastırılması aygıtıdır, öte yandan bu sınıf çelişkisinin bizzat kendisidir. Devletin sınıf savaşımını başarabilmesinin koşulu sınıf savaşımıyla bu özdeşliğidir; bu özdeşlik devletin sınıf savaşımına müdahalesinin gerçekleşmesinin vasıtasıdır (medium). Devlet çatışan sınıfların, dolayısıyla sınıf savaşımının “orta terimidir”. Devlet kapitalist üretim ilişkilerinin siyasal varoluşunun zorunlu sonucu ve bu üretim tarzının kurucu öğesidir. Lenin, “her sınıf savaşımı siyasal bir savaştır” ve “Marksizm sınıf savaşımının en gelişkin halini genel olarak siyaseti değil; siyasetin en özgül biçimi olan devlet örgütlenmesinin kavrayışında görür” derken bu gerçeği yalın biçimde dile getirmektedir (1977: 121-122).
Kapital’in “Endüstriyel Kapitalistin Doğuşu” bölümünde kökensel birikimin farklı tarihsel uğraklarına dikkat çeken Marx şöyle yazar:
İlk birikimin farklı uğrakları, şimdi, az çok bir zaman sırası izleyerek, özellikle İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere’ye dağılmış bulunuyor. Bunlar, 17. yüzyılın sonunda İngiltere’de sömürge sistemini, devlet borçları sistemini, modern vergi sistemini ve korumacılık sistemini içine alan sistematik bir bütün oluşturur. Bu yöntemler, sömürgecilik sisteminde olduğu gibi, kısmen en kaba zora dayanır. Ama hepsi … devlet zorundan yararlanmıştı (2010: 718-719).
Jason Read buna dayanarak Marx açısından kökensel birikimin bir geçiş sürecini imlediği sonucunu çıkarır. Read, birçok başka Marksist yorumcu gibi, bu iddiasını genelde güç kullanımının, özelde ise devletin (siyasal alanın) dar anlamda “maddi” üretim alanını imleyen “ekonomik” alana dışsal olduğu varsayımına dayandırır. Bu bakış açısı, niyetine karşın, Hegel’in devlet anlayışının sivil toplumcu materyalist bir yorumudur. Oysa devletin (siyasal alanın) ekonomiden (sivil alandan) bu görünür bağımsızlığı bizzat kapitalist toplumun bazı özgüllüklerinin ifadesidir. Kapitalist toplumda sınıflar, burjuvazi ve proletarya, sermayenin olumlu ve olumsuz kişiselleşmeleri olduğundan devlet “herkesin devleti” ve sınıflar-üstüdür. Bu “sınıflar-üstü” nitelik devlete sivil alandan bağımsız olduğu görünümü kazandırır. Ne var ki devletin bizzat bu “sınıflar-üstü” niteliği onun kapitalist devlet olmasından, eş deyişle sermayenin devleti olmasından kaynaklanır: Devlete sahip olan “herkesi” imleyen sınıflar, kapitalist toplumsal ilişkilerinin yeniden üretilmesiyle sermayenin olumlu ve olumsuz suretleri olarak yeniden üretilirler. Bu anlamda devlet toplumun bu sınıflı varoluşunun hukuksal ve yasal ifadesi ve toplumsal sınıfların çatışmasının alanıdır. Marx, “devlet toplumun yoğunlaştırılmış ve örgütlü kuvvetidir” (Marx, 1993: 915)[5]Ğ ve “kuvvet başlı başına ekonomik bir güçtür” (Marx, 1993: 916) dediğinde devletin sınıf savaşımının bir var olma biçimi ve sınıf mücadelesinin üzerinden sürdürüldüğü zemin olduğunu ifade eder. Onur Ulaş İnce’nin de belirttiği gibi “sermaye ve siyasal güç arasındaki genetik ilişki sistematik ifadesini [sermayenin] devletle özdeşleştirilmesinde bulur. Fernand Braudel’in deyişiyle, ‘kapitalizm devletle özdeşleştiğinde, bizzat devlete dönüştüğünde zafere ulaşır’” (2014: 123). İşte tam da bu yüzden kapitalist toplumsal ilişkilerin Marx çı eleştirisi, bu ilişkilerin bütünlüğünün pratik eleştirisi biçimine bürünür. Böyle bir bütünsellikten yoksun bir mücadele, ekonomik ve siyasal alanların birliğini ve bunların aynı toplumsal ilişkilerin farklı var olma biçimleri olduğunu görmezden gelen bir eleştiri, mücadeleye katılanların niyetlerinden bağımsız olarak kapitalist toplumsal ilişkilere eklemlenir.
Read ve birçok Marksist yazar kapitalist şiddetin “dolaylılığını” fiziksel şiddete başvurmayış, kapitalist-öncesi toplumlarda şiddetin dolaysızlığını ise köle veya toprak sahibinin kölelere veya ırgatlara karşı böyle bir bedensel şiddet uygulamaya indirgerler. Kapitalist şiddetin çokça işçilerin bedenini hedef alması bir yana[6], şiddetin dolaylı veya dolaysız olmasını böyle bir indirgemeye başvurmadan anlamak gerekir. Kapitalist şiddetin dolaylılığı her şeyden önce bu şiddetin siyasi alan, eş deyişle devlet dolayımıyla uygulandığı anlamına gelir. Bu yüzden kapitalist toplumda, siyasal dinin, örneğin siyasal İslam’ın egemen olduğu toplumlarda bile sivil ile siyasal alan ilkece ayrılır ve “hukukun egemenliği” sağlanır. Dahası, dolaylılık kapitalist şiddetin evrenselliğini imler. Kapitalizm-öncesi toplumlarda şiddet herkesi tutsak edip yaşamını belirleyen nesnel bir güç biçiminde belirmez. Mansur Hikmet’in belirttiği gibi,
Bu nesnel gücü anlamak kapitalizmi anlamaksızın olanaklı değildir… Kölemen toplumda köle sahibi kâhyası, değnekçileri ve kılıcıyla birkaç adım ötede durur. Gücü bundan ibarettir; yeterince hızlı koşabilirsem ondan kurtulurum. Ama kapitalist toplumda bu güç yaşamımızın bütün gözeneklerine işlemiş durumdadır. Eğitim öğretimden, özel ilişkilerimize, ailemizden yaşamamız ve ölümümüze kadar bütün düzeylerde var olan, toplum adına ve devlet, şirketler, piyasa ve fiyatlar gibi kavramlarla yaşamımızı belirleyen, kapitalist üretim tarzı anlaşılmadan açıklanamayan muazzam bir güçle karşı karşıyayız. (2001)
Nasıl ki çalışmamak emeği potansiyel emek gücü taşıyıcısı olmaktan, dolayısıyla da emek gücünü meta olmaktan kurtarmıyorsa, nasıl ki uyumak insanları yabancılaşmadan alı koymuyorsa, kapitalizm ve kapitalist devlet yıkılmadan sermayenin dolaylı şiddeti de ortadan kaldırılamaz. Kapitalist şiddet dolaylıdır zira işçi grevinin, hak talep edenlerin gösterilerinin copla bastırılmasından OHAL ilanıyla temel hak ve özgürlüklerin askıya alınmasına, çalışma gününün uzunluğundan sömürünün yoğunluğuna dek herşey hukuk ve yasaların “görünmez” eliyle gerçekleşir. Kapitalist şiddetin aracı olan kapitalist devlet kapitalist-öncesi devletten basit mübadele aracı olarak para sermaye olarak paradan veya kapitalist toplumsal sınıflar kapitalist-öncesi zümrelerden nasıl farklıysa öyle farklıdır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, kapitalist devlet herkesin, tüm yurttaşların devletidir oysa örneğin, eski Yunan şehir-devleti yalnızca özgür erkek ve/veya mülk sahiplerinin devletidir. Bu anlamda devlet kapitalist toplumsal sınıfların sürekli yeniden üretilmesinin ifadesi ve aygıtıdır. Kapitalist toplumsal sınıflar bir toplumsal ilişki olarak sermayenin var olma biçiminin ve sermaye birikiminin koşulu, sonucu ve varoluş biçimi olan doğrudan üreticilerin üretim araçlarından ayrılığı, eş deyişle üretim araçlarının burjuva özel mülkiyetinin ifadesi olduklarından devlet (kökensel) birikime içsel ve birikimin ve sürekliliğinin kurucu öğesidir.
Sonuç yerine
Kapitalist sistem kapitalizm-öncesinin “doğal” veya “tarihi” devamı değildir; kapitalizm öncesiyle bir kopuşu, nitel bir kırılmayı temsil eder. Bu kırılmanın görüngülerinden bazıları toplumsal üretimin (gerçekten biricik toplumsal üretim tarzı değer üretime ve sermayenin öz-değerlenmesi evrensel ereğine yönelik örgütlenmiş kapitalist üretim biçimidir), buna bağlı olarak toplumsal bireyin ortaya çıkmasıdır: Toplumsal birey bir sınıfın üyesi olan bireydir. Kapitalist öncesi üretim tarzlarında sınıflardan değil zümreler ve loncalardan söz edilebilir. Dahası, üretimin toplumsallaşması bir öncül olarak “özgür işçiyi” gereksinir. Werner Bonefeld’in dediği gibi, “kapitalist üretim ilişkilerinin tarihsel önkoşulu bir yandan emeğin çift anlamlı özgürlüğü, öte yandan üretim araçlarının birkaç kişinin elinde yoğunlaşmasıdır” (2011: 380). Bu özgürlük, “ikili” doğası sorunu bir yana, biçimsel de olsa belirli hukuki bir durumu imler: Özgür işçi artık beyin ırgatı veya köle sahibinin hizmetindeki köle gibi doğrudan değil; dolaylı bir tahakkümün altındadır. Bu yüzden kapitalist üretim tarzının yönetim aygıtı hem bu dolaylı tahakkümün sonucu hem de bu dolaylı tahakkümün koşulu olan “özgürlüğün” güvencesi olarak sivil alandan ayrı ve ondan bağımsız modern devlet biçiminde ortaya çıkar. Kökensel birikim aslında tüm bu sonuçlar ve koşulların kuruluşu ve yeniden-üretiminin koşulu ve sonucudur. Yine de tıpkı özgürlük gibi, toplumsal bireyin toplumsallığı salt biçimseldir. Marx’ın deyişiyle bu toplumsallık, toplumsal-olmayan (asosyal) bir toplumsallıktır.
Kökensel birikim ve onunla ilintili zorla mülksüzleştirme, işçi sınıfının oluşturulmasının kanlı tarihi ve doğrudan geniş mülksüzleştirilmiş kitlelerin gövdelerini hedef alan tahakküm biçimleri, her ne kadar işçilerin kapitalist üretimin gereklerine uygun disiplin altına alınmalarıyla yerini soyut, görünmez ve dolaylı tahakküm biçimlerine bıraksa da, ortadan kalkmaz. Sermayenin emek üzerindeki biçimsel ve melez tahakkümü yerini gerçek tahakküme bıraktıkça, sermayenin soyut ve dolaylı şiddeti artar ve güçlenir. Somut şiddet ve tahakküm bu dolaylı tahakküm tarafından içlenir (aufhebung) ve onun bir uğrağına dönüştürülür. Bedensel, somut ve dolaysız şiddet özellikle iki alanda sermayenin işçiyi tahakküm altına almasının özünü oluşturur. İlkin üretim alanında; burada işçinin becerileri, yetileri ve bedensel varoluşu çalışmanın yoğunluğu ve tekdüzeliği yoluyla sürekli biçimde aşınır, işçi sefilleştirilir ve “zamanın leşine” dönüştürülür. İkincisi ve daha önemlisi siyasal alanda, eş deyişle, kapitalist üretim ilişkilerinin siyasal varoluş biçimi olan devlette. Devlet hem sınıf savaşımının üzerinden düzenlendiği alan hem de sınıf savaşımını bastırma ve işçi sınıfını tahakküm altında tutma aracıdır. Dahası, devlet işçi sınıfını üretim araçlarından ayrı tutma aygıtıdır. İlk birikimin “ilkelliği” kapitalizmin tarih öncesini salt kronolojik bir uğrağını imleseydi devlet gereksiz ve ilgisiz bir araca dönüşürdü. Bu söz konusu olmadığı gibi, sınıf savaşımın yükseldiği ve birikimin sekteye uğradığı bunalım anlarında devlet bütün hukuki ve yasal kabuğundan kurtulur ve olağanüstü hal yoluyla işçi sınıfını doğrudan bastırma ve (kökensel) birikimin çevriminin yeniden inşası makinesine dönüşür. Massimiliano Tomba’nın vurguladığı gibi kökensel birikim “kapitalist biçimin yalnızca proto-tarihinin bir kesiti değildir… Birikim kapitalizmin sürekli itici gücüdür ve görece farklı uğrakların birleşimidir: Devlet şiddeti, proletaryanın oluşumu ve biçimsel olarak özgür işçinin yaratımı, kolonizasyon, kölelik … ve işçi sınıfının disiplin altına alınması”(2013: 364).
Bu çerçevede kökensel birikimin kapitalizmin tarihsel başlangıcının yanı sıra eşzamanlı üç süreklilik alanını da imlediği söylenebilir. Birincisi, kolonyal “fetihler” ve emperyalist çağda sermayenin yeni pazarlar elde etmesi, yerli halkları mülksüzleştir- mesi ve sermaye ihracı yoluyla ülkeleri emperyalist zincire katmasıdır. İkincisi, sermayeler arası ulusal ve uluslararası alanda rekabet yoluyla farklı sermayelerin yutulması ve sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesidir. Üncüsü ve en önemlisi, işçilerin mülksüzleştirilmesi ve “özgürlüklerinin” sürekli inşası ve güvence altına alınmasıdır. Tüm bu alanlarda birikimin tesisi ve sürekliliğinin korunması sermayenin yasaları ve “gizli elinin” yanında devlet aygıtıdır.
Ek: Türkçe için terminolojik bir öneri
Marx “ursprüngliche akkumulation” kavramını Adam Smith’in “previous accumulation’ kavramını karşılamak için kullanır. İşin ilginç yanı Kapital İngilizceye çevrildiğinde bu ayrıntının gözden kaybolması ve kavramın “primitive accumulation” biçiminde karşılanmasıdır. Son dönemde bu kavramın İngilizcede “’primitive” ile doğru karşılanmadığı ve bunun yerine “original” teriminin kullanılmasının daha doğru olacağı konusunda tartışmalar sürmekte, “original accumulation” kavramı daha yaygın biçimde kullanılmaktadır. Bu yeni terimin kullanımı için önerilen en önemli anlambilimsel gerekçe “ursprüngliche” kavramının (su) kaynağı, fıskiye, fışkırtmak, gövermek gibi yan anlamlara sahip olması, “primitive” (ilkel) teriminin bu anlamları içermediği gibi, sanki Marx’ın bu kavramla kronolojik bir anı imlemeye çalışıyormuş izlenimine yol açması gösterilir.
Kapital’in ilk Türkçe çevirisi İngilizceden yapıldığından “ursprüngliche akkumulation” terimi de “ilkel birikim” olarak karşılandı. Yukarıdaki tartışmadan kavramsal olarak bu terimin hiç de bir “ilk” veya “ilkel” durumu imlemediği, birikimin kapitalist üretim tarzındaki sürekli kurucu işlevini vurguladığı, “ursprüngliche akkumulation’un kapitalizmin şimdisinin bir öğesi olduğu ortaya çıkar. Kapital’in Türkçeye ikinci çevirisinde “ilkel” terimi “ilksel” terimiyle değiştirildi. “İlksel” teriminin Türkçede bulunmayışının yanı sıra, bu terimin “ilk” sözünden üretilmiş olması tıpkı “ilkel” gibi sakıncalar içermektedir. Türk Dil Kurumu sözlüğü “ilk” terimini “sıra, yer ve önem bakımından ötekilerden önce gelen, son karşıtı”, “herhangi bir şeyin en önde olanı, önce geleni” ve “birinci olarak, en başta” diye tanımlıyor. Dolayısıyla “ilksel” teriminin bu anlamda zamansal bir vurgusu olduğu, zamanda ilk gelen anlamını barındırdığı, bu yüzden de “ursprüngliche” terimini doğru karşılamadığı ve kavramsal karışıklığa yol açtığı söylenebilir.
Buna karşılık İngilizce “previous” kavramı Türkçede “önceki”, “önceden” gibi anlamlara geliyor. Ancak ne yazık ki burada öncelik vurgusu daha çok zamansal boyutadır. Oysa “önce” ayrıca görece uzamda önde olan anlamlarına da gelir ancak İngilizce-Türkçe sözlüklerde bu anlam kaybolur. Britanya sözlüklerinde “previous” “zamanda veya uzamda önce olan” biçiminde tanımlanır. Marx, bu terimi “ursprüngliche” ile karşılarken büyük olasılıkla bu uzamsal yönünü de göz önünde bulundurmuştur.
Bu söylenenler ışığında “ursprüngliche akkumulation” teriminin Türkçede en uygun “kök” sözünden üretilen “kökensel” terimiyle karşılanması gerektiği iddia edilebilir. “Kök” terimi yalnızca “bitkiyi toprağa bağlayan ve onun besin almasını sağlayan klorofilsiz kısım” değil; aynı zamanda bitkinin içinden fışkırdığı, göverdiği, varlığını sürekli onunla sürdürdüğü, zamansal-uzamsal bir öncelikten çok bitkinin varlığının sürekli bir koşulu ve sonucu olduğunu imler. Bitki kökten çıkmaz, kökle var olur. Bitkinin varlığı köke, kökün varlığı da bitkiye bağlıdır; biri ötekinden ayrılmaz: Bitki köküyle bitkidir, kök de bitkiyle köktür. “Kök” sözünden türetilen “köken” ise bu anlamları içinde barındırmasının yanı sıra “kaynak”, “menşe”, “neden”, “soy” ve “asıl” gibi anlamlara da gelir. “Kökensel” ise “kökle ilgili olan” demektir ve Türkçede mevcuttur. Bu çerçevede “kökensel birikim” kapitalist birikimin hem başlangıcını, hem sürekliliğini, hem de kaynağını veya kökünü imlediğinden ve “ursprüngliche akkumulation” kavramının yan anlamsal zenginliğini de içinde barındırdığında, bu terimin Türkçedeki en uygun karşılığı olduğu düşünülebilir.
Kaynak: Bu yazı ilk olarak Praksis Dergisi’inin 2018 yılı 47. sayısında yayınlanmıştır.
[1] ‘Ek’ bölümünde “ursprüngliche akkumulation’ kavramını ‘ilkel” veya ‘ilksel’ birikim yerine ‘kökensel birikim” terimiyle karşılanmasının neden daha uygun olacağı tartışılacaktır.
[2] Kavram, görüngüler arasındaki özsel iç ilişkilerin ideal olarak inşasıdır; eş deyişle, kavram farklı öğelerin birliği olan “somutun” ifadesidir. Bu anlamda kavram, farklı görüngülerin ortak oluşumsal kökenini imler.
[3] Kapitalist dolaylı şiddetin ne anlamda zorunlu ve sürekli olduğu, bunun fiziksel cebir ve şiddet anlamına gelmek zorunda olmadığı ‘kökensel birikimin sürekliliği ve devlet’ bölümünde açıklanacaktır.
[4] De Angelis, gerek Lenin gerek Luxemburg için sınıf mücadelesinin (örneğin çiftçilerin mülksüzleştirilmeye karşı direnişlerinin) ikincil olduğunu iddia eder ve her ikisini bir çeşit ‘ekonomizmle” eleştirir. Ne var ki Lenin’in Rusya’da Kapitalizmin Gelişimi ve Narodniklere karşı polemikleri döneminde bile siyasi mücadeleye ve devlet aygıtının ele geçirilişine yaptığı vurgu bu eleştiriyi kısmen geçersiz kılar. Devletin sınıf mücadelesindeki merkezi konumu aşağıda ele alınacaktır.
[5] Kapital’in Yordam Yayınları Türkçe baskısında bu tanım ne yazık ki yer almamaktadır.
[6] Joseph Fracchia, kapitalizmin işçilere uyguladığı bedensel şiddeti ele aldığı ‘The Capitalist Labour-Process and the Body in Pain’ başlıklı makalesinde “Marx sermayenin nasıl da Kafka’nın işkence makinesi gibi, mesajını gözlemci için hemen çözülemeyen bir yazıyla emeğin bedenine kazıdığını gösterir” (2008:35) diye yazar. “Kapitalist emek-süreci sistemli biçimde “insanın bedensel örgütlenişini’ oluşturan (beyin dâhil) araçları, yetileri ve becerileri tahrip eder” (2008: 39) diye ekler. “İşçi Kafka’nın mahkûmları gibi tutsak olmasa da … serserilikle çalışma kolonisi arasında seçim yapmaya zorlanan bir durumun cenderesine alınır” (2008:42).
Kaynakça
Beckert, S. (2014). The Empire of Cottorı:A ShorîHistory. New York: Alfred A. Knopf.
Bonefeld, W. (2001). “The Permanence of Primitive Accumulation: Commodity Fetishism and Social Constitution”. The Commoner, No. 2,1-15.
Bonefeld, W. (2011). “Primitive Accumulation and Capitalist Accumulation: Notes on Social Constitution and Expropriation”. Science and Society, 75:3,379-399.
De Angelis, G. (2001). “Marx and Primitive Accumulation: The Continuous Character of Capıtal’s Enclosures”. The Commoner.
Federici, S. (2004). Caliban and the Witch: Women, the Body and Primitive Accumulation. New York: Autonomedia.
Fracchia, J. (2008). “The Capitalist Labour-Process and the Body in Pain: The Corporeal Depths of Marx’s Concept of Immiseration”. Historical Materialism, 16,35-66.
Hegel, G. F. W. (1978). Philosophy of Right (T.M. Knox, trans.). London: Oxford University Press.
Harvey, D. (2004). “The New Imperialism: Accumulation by Dispossession”. SocialistRegister, 63-87.
Hekmat, M. (2001). “Bazxani-ye Kapital-e Marx (Marx’ın Kapital’ini Yeniden Okumak). http://hekmat.
public-archive.net/fa/3200fa.html
llyenkov, E. V. (1982). Dialectics of the Abstract and the Concrete ın Marx’s Capital (S. Kuzyakov, trans.). Moscovv: Progress Publishers.
İnce, O. U. (2014). “Primitive Accumulation, New Enclosures and Land Grabs: A Theoretıcal Interventı- on”. Rural Sociology, 79:1,104-131.
Lenin, V.l. (1977). “Liberal and Marxist Conceptions of Class Struggle”. Collected Works, Vol. 19. Moscovv: Progress Publishers, 119-124.
Marx, K. (1975). Contribution to the Critique of Hegel’s PhilosophyofLaw. MECVV, Vol. 3. Moscovv: Progress Publishers, 3-129.
Marx, K. (1993). Capital:A Critique ofPolltical Economy{fovvkes, B. Trans.). London: Penguin.
Marx, K. (2003). Louis Bonaparte’ın 18Brumaire’i (S. Belli, çev). İstanbul: Eriş Yayınları.
Marx, K. (2010). Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Cilt I (M. Selik ve N. Satılgan, çev.). İstanbul: Yordam.
Marx, K. (2013). Grundiresse: Ekonomi Politiğin Eleştirisinin Temelleri (Ham Taslak) (A. Gelen, çev.). Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K. (2016). Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi (K. Somer, çev.), İstanbul: Eriş Yayınları.
Marx, K. & Engels, F. (1976). Manifesto of the Communist Party. MECW, Vol. 6. New York: International Publishers, 477-519.
Perelman, M. (2000). The Invention of Capitalism. Durham & London: Duke University Press.
Perelman, M. (2001). The Secret History of Primitive Accumulation and Clasical Political Economy”. The Commoner, 2.
Read, J. (2003). The Micro-Politics of Capital: Marx and the Prehistory of the Present. Albany: State University of New York Press.
Roberts, W. C. (2017). “What Was Primitive Accumulation? Reconstructing the Origin of a Critical Con- cept”. European Journal of Political Theory. DOI: 10.1177/1474885117735961
Rosdolsky, R. (1977). The Making ofMarx’s Capital (P. Burgess, trans.). London: Pluto Press.
Tomba, M. (2013). ‘Accumulation and Time: Marx’s Historiography from Grundrisse to Capital”. Capital and Class: 37:3,355-372.